This Marriage Is Bound To Sink Anyway 129. Bölüm (Türkçe Novel)

“Uyandın mı?”
“Hıı...”
“Evet”le “hıhım” arasında bir ses çıkardı. Ines, uykunun ağırlığıyla yarı kapalı gözlerini kısarak tam o sırada balkondan içeri giren Carsel’e baktı. Saat kaçtı ki? Gözleri saati aradı.
“Henüz beş buçuk. Daha uyu.”
Carsel, sanki onun aklından geçenleri okumuş gibi söyledi. Yoksa yüksek sesle mi sormuştu? Ines bir an durup kendini sorguladı.
“Nasıl...”
'Nasıl bildin?' demek istemişti ama sesi bulanıklaştı. Ines yüzünü buruşturup yastığa gömdü. Erken yatmış olmasına rağmen hala üstesinden gelemeyecek kadar uykuluydu. Sabahları gerçekten berbattı.
Carsel, balkonun yanındaki pencereyi hafifçe açıp serin sabah havasını içeri doldurdu ve yatağa geri döndü. Yorganın ucuna oturup üst kısmıyla ona doğru eğildi. Elini uzatıp alnına düştüğü için dağılmış saçlarını geriye itti, çatılan kaşlarını düzeltti.
“Çok tatlısın...”
“Tatlı değilim.”
Sesi kararlı ama yarı mırıldanır gibiydi, yine de belli ki kızmıştı. Carsel hafifçe gülerek onu yorganıyla birlikte kendine çekti.
“Tatlılığından öleceğim neredeyse.”
“Öl...” diye mırıldandı Ines yarı bilinçsizce. Ne dediğinin farkında bile değildi; sanki uyanıkmış gibi davranmaya, karşısındakini dinleyip onaylıyormuş gibi yapmaya çalışıyordu.
“Kocana öl mü diliyorsun?”
“Hmm...”
Carsel’in dudakları alnına ve başına peş peşe değince Ines rahatsız olmuş gibi başını sallayıp yastığa daha da gömüldü.
“Bu ceza.”
“Git... uza...”
“Öyleyse kıpırdama.”
Yorganın altına süzülen eli, onun çıplak sırtını okşadı. Serin havayla birlikte gelen gömleğinin kumaşına bürünmüş o kollar, Ines’i sarmaladı. Çok geçmeden yine uykuya daldı. Sessizliğin içinde sadece onun derin nefes alışları duyuluyordu. Bazen rüzgâr pencereyi gıcırdatıyor, yatak direğine asılı perde hafifçe hışırdıyordu.
Ines yeniden gözlerini açtığında Carsel yataktan kalkmak üzereydi.
“Ben mi uyandırdım seni?”
Kollarını dikkatlice çekip başını düzgünce yastığa bırakmıştı ki tam doğrulacağı sırada göz göze geldiler. Bu kez Ines’in bakışları daha açıktı, uykusu biraz olsun dağılmıştı.
“Gidiyor musun?”
“Henüz değil. Önce kahvaltını getireceğim.”
“Meşgulsün zaten. Boş ver... git işine bak.”
“Senin kahvaltının yanında benimki de var.”
Bu kez Ines saati buldu. Henüz yedi bile olmamıştı. Anlaşılan sabahlar artık daha da erken başlıyordu. Zihni epey berraklaşmıştı ama bu, kalkmak istediği anlamına gelmiyordu.
Carsel dışarıda hizmetkârın bıraktığı yemekleri içeri getirirken Ines tavana boş boş bakıyordu. Ta ki yemek kokusu burnuna değip onu dürtükleyene kadar. Yorganına sarılı halde güçlükle doğruldu.
“...Keyfin yerinde görünüyor?”
İsteksizce mırıldandı. Cevap yerine yanağına kondurulan bir öpücük geldi. Yine mi... hep öpücükler. Ines, onun yemek arabasından incirli ekmeği alıp ince ince dilimleyişini izledi. Hatta Yollanda’nın önceden dilimlediği tütsülenmiş etleri bile yeniden kesti.
Yine aşırı özenliydi. O günden beri hep böyleydi ama özellikle bir geceyi birlikte geçirdiklerinde, ertesi sabah daha da dikkatli ve titiz davranıyordu. Dahası, her zamankinden çok daha canlı, enerjik görünüyordu... Acaba onun yorgun göründüğü bir gün olmuş muydu hiç? Ines bir an buna şaşırdı.
Ama bu sefer farklıydı. Her sabah enerji dolu bir adam olmasına rağmen, bu sabah... Ines; pürüzsüz, parlak yüzünü tuhaf bir bakışla inceledi. Sanki kendisi yoruldukça onun daha da ferahladığı hissi... sadece kuruntu muydu?
Dün gece seks bile yapmamışlardı. En azından gerçek anlamda. Yıkanmaya girdikleri küvetin içinde bile birbirlerine dolanmışlardı ama sonuç alınamamıştı.
Sadece çiçek açan, ama hiç meyve vermeyen bir elma ağacı gibi... asıl meseleye yaklaşmadan bitmişti. Tam bir boş çaba değil miydi? Ines, memnuniyetsizce çenesini eline dayayıp onun dinç yüzüne baktı.
“Üstünkörü yap.”
“Olmaz. Senin ağzın küçük.”
“...”
Carsel önce İnes’in önüne ekmek ve füme etin olduğu tepsiyi uzattı, sonra da onun yemesi için meyveleri daha kolay lokmalık parçalara böldü.
“Kendi kahvaltını ye, Carsel. Hepsi soğuyor.”
“Sen dün fazla zorladın kendini.”
“?..”
“Onun için.”
Ines onun sözlerinin ana fikrini anladı, ancak ifadesinden tam anlamını kavrayamadığı belliydi. Ne yapmıştı ki? Asıl konuya bile değinmemişlerdi. Onun bu kadar dinç görünmesine neden olan şeyi anlayamıyordu.
“...Kendimi zorlamadım. Ne yaptık ki?”
Ines, umursamaz bir tavırla homurdanarak şikâyet etti. Kendi tabağını alıp yatağa bırakıverdiğinde, Carsel ona dönüp tuhaf bir gülümseme takındı.
“Nasıl yani, hiçbir şey yapmadık mı?”
“Saçma sapan şeylerden başka bir şey yoktu.”
“O saçma sapan şeylerle sen gayet eğlendin ama.”
“...Ben aslında çok da eğlenmek istemedim...”
Onun elinde oyuncak gibi oradan oraya savrulup, neredeyse çığlık atarcasına inlediğini hatırlayınca, bunu inkar edemedi Ines. O yüzden bunun yerine mantıklı, akılcı tavrını ortaya koydu.
Evet, öyle olmuştu ama öyle olmasını istememişti... Kendi sözleri kulağına bile hoş gelmediğinden kaşlarını çattı.
“Evlilikte görev, varis doğurmaktır. Dolayısıyla dün yaptıklarımız boş şeylerdi. Boş yere enerji harcamaktı...”
“Birbirinin arzularını tatmin etmek de bir tür görevdir.”
Bir bakıma doğruydu. Boşanma davalarında cinsel ilişkiyi reddetmenin boş yere gündeme gelmediğini kim bilmezdi?
Ama Carsel’in ilişki sırasında Ines için gösterdiği özen kadar, Ines acaba ona bir kez bile özen göstermiş miydi? Hatırladığı kadarıyla hayırdı. Çoğunlukla “çabucak bitirip uyuyalım” diye soyunup, sonra sabaha kadar onunla debelenip duruyordu.
Ines başını iki yana salladı.
“Ben aslında tatmin olmak da istemiyorum...”
“Yalan.”
“Hayır” diyecekken ağzına bir parça ekmek tıkıştırıldı. Ne çıkarabiliyor, ne de konuşabiliyordu; sadece çiğneyip yutmak zorundaydı. Böyle olunca da Carsel ona dünyadaki en sevimli şeyi izliyormuş gibi bir yüzle baktı.
“Çiğnerken bile çok tatlısın. Ne kadar tatlı olduğunu sana gösterebilsem keşke...”
“Ben de aynaya bakıyorum. Hiç de tatlı değil.”
“Böyle ağzını şişirip çiğnediğini görmedin ki.”
“...Neden yapayım ki öyle bir şeyi?”
“Ancak o zaman benim ne hissettiğimi anlarsın.”
“Senin gözlerinde bir gariplik var, Carsel. Öğrenmek istemiyorum.”
“Sinirlenmen bile tatlı.”
“...”
“Yalan söylesen de tatlısın.”
Oysa Ines gerçekten bu muameleyi hak eden biri değildi. Bu önemsiz...
“Ah.”
Ağzındaki lokmayı yutmasıyla birlikte, bu kez de etli bir sandviç dudaklarına çarptı. Ines kaşlarını kaldırdığında, Carsel de aynı şekilde kaşlarını kaldırarak sessizce ona yemesini işaret etti. Ines gönülsüzce ağzını açıp yemeyi kabul edince, bir çocuğa yakışır bir övgü geldi: “Aferin.”
Bu neyin nesiydi böyle... Ines birden bunaltıcı bir hisse kapılıp, battaniyenin altından ayağıyla onu itti.
“Git artık... Git o kanlı eti kendin ye.”
“Bugün öyle değil.”
“Ne değil?”
“Miden bulanmasın diye fazla pişirttim.”
“Anladım, ye işte.”
“Sen biraz daha yedikten sonra.”
“Benim de elim var.”
“Sabah sabah takatin yok. Çatal bile ağır gelir sana.”
“Ha...”
Artık iş nereye varıyordu, kendisi de bilmiyordu. Madem ellerini kullanmasına gerek yoktu, Ines bu sefer iyice koza gibi battaniyeye sarınıp Carsel Escalante’nin o aşırı ilgisine teslim oldu. Onun bu aşırı özeninden kaçınmaya çalışmak artık daha yorucu geliyordu.
“Çok tatlısın, bu yüzden gitmek istemiyorum.”
“...”
Şaşkınlıkla aralanan dudakları yeni ekmek parçasını yakalayamadan bırakıverdi ve ekmek battaniyenin üzerine yuvarlandı. Carsel’in hiç istifini bozmadan yere düşen parçayı alıp “yeni battaniye” diye bir şeyler gevelediğini duyar gibi oldu.
Az önce onun dudaklarına değmiş şey, gayet doğal bir şekilde Carsel’in dudaklarına girdi. Dahası var mıydı? Hiç tereddüt etmeden aynı bardaktan içiyor, şimdi de çıplak bedenleriyle yatağın üstünde kahvaltı yapıyorlardı. Pijama giymeye yeltenmek bile yoktu... Oturdukça önüne yemek uzatılıyor, üstüne de “çok tatlısın o yüzden...” diye başlayan sözler ekleniyordu. Ines’in hassas bünyesi, bu cümlenin geri kalanını tamamıyla düşünmeye bile dayanamadı.
Ines gözlerini kısıp Carsel’in yüzüne, daha doğrusu gözlerinin içine baktı.
O, erkeklerin bu bakışlarını iyi bilirdi. Kimi anlık bir hevesle, kimi biraz daha uzun sürse de inatla, kimi kendi kafasına göre bir hayranlıkla, kimi de sahte bir sadakatle... Hepsi, onu gerçekten tanımadan, kendi kafalarındaki şekilde yüceltip bakardı. Ama hepsinde, en azından o anlık da olsa, aynı bakış vardı. Ines kurumuş ağzıyla zor bela yutkundu.
...Neye aşık oldu ki?... Sırtından soğuk terler boşandı. Ines gözlerini aralıksız kırpıştırırken, önüne yeniden uzatılan eti doğru dürüst çiğnemeden yutuverdi.
“Yavaş ye.”
Ardından bardak uzandı, yanında ise ona yönelmiş yumuşak bir gülümseme vardı.
Sırf aceleyle yediği bir et parçası boğazına takılır diye, ince ince süzülen bir kaygı başından sonuna dek onu sardı. Hafifçe bardaktan suyu içip boğazından aşağı gönderdiğinde, Carsel’in gözleri daha da derinleşti. Başka zaman olsaydı, “yine aklında ne kuruyor da gözü böyle parlıyor” diyerek umursamazca geçiştirirdi. Ama bu defa farklıydı.
Bu, basit bir arzu değildi. Benzer bir şeydi, ama kesinlikle aynı şey değildi. Soğuk su boğazından süzülüp geçmişti, ama hâlâ susuzluktan yanıyordu.
Bu, düpedüz bir kazaydı.
« Önceki Bölüm Sonraki Bölüm »

Yorumlar
Yorum Gönder