This Marriage Is Bound To Sink Anyway 126. Bölüm (Türkçe Novel)


“Peki, eğer her şey ortaya çıkarsa, hanımlara ne olacak?”

“Arka planda yapılan dedikodularla gazetelerde çıkacak bir haber arasında çok büyük fark var...”

“Tabii ki ayrılacaklar.” 

“Ayrılacaklar mı? Nereden?” 

“Boşanacaklar demek istiyorum.”

“Bunu yapabilirler  mi gerçekten?” 

“Bekleyin, boşan?.. Boşanmak mı?”

Diğerlerinden farklı olarak, Grandes de Ortega ailesine mensup bir soylu aileden gelen ve kocası da Almenara Kontu'nun üçüncü oğlu olan Lea Almenara, bu kelimeyi hiç duymamış gibi gözlerini kocaman açtı. Yüzünde sanki dünyanın sonu gelecekmiş gibi bir ifade vardı.

Ortega’da soylular arasında boşanma davaları hiç de nadir değildi, ama zirvedeki ailelerin durumu farklıydı. Boşanmaktansa cinayet işlemeyi tercih eden tuhaf bir grup... Aslında Grandes de Ortega’da boşanmadansa, aşk cinayeti vakaları daha sık görülürdü.

İtibarlarını kurtarmak için asla boşanmayıp zorla bir arada yaşamaya devam ederken, sonunda cinayete varacak duruma gelirlerdi. Ortega halkı, düşmanlarıyla aynı çatı altında yaşayamayan bir karakter yapısına sahipti ve bu da, boşanmanın onlar için ne kadar olağanüstü bir olay olduğunu gösteriyordu.

Yaşlılar sanki her şeyi biliyorlarmış gibi gülümsediler ve ardından Senora Salvatore konuştu. 

“Senora Escalante gibi birine bu mümkün olmayabilir, ama ‘bizim’ için çok büyük bir olay olsa da imkansız değil.”

“Ines Hanım'ın öyle bir kocası varken... Lafın gelişi bile böyle konuşmayın.”

“Doğru. Böyle bir adamla yaşarken ne eksik olabilir ki...”

“Dünyada böyle bir insan daha var mı? Üstelik ne kadar da şefkatli, gözleri sadece Ines'i görüyor...”

“Her neyse, boşanma düşündüğünüz kadar büyük bir mesele değil. Eğer düzgünce halledilebilirse tabii.”

Ines, konuşmayı usulca kendi evliliğinden uzaklaştırmaya çalıştı. Lea, konuşmadan önce şaşkın bir ifadeyle başını eğdi.

“Peki... boşandıktan sonra nasıl yaşayacaklar?”

“Bu noktada benim adım biraz olsun işe yarayacaktır.” 

“Doğrudan kendi adınızı mı kullanacaksınız yani?”

“Yine de, Senora'nın böyle bir tehlikeye atılması...”

Bu kez diğerleri şaşkınlıkla Ines’e baktı.

“Başkalarının işine burnumu sokmak gibi bir niyetim yok. Sadece Senoraların o zavallı adamlardan dolayı haksız küçümsemelere maruz kalmasını ya da zarar görmesini istemem... Sonrasında benim güvencem altında olurlarsa, en azından o berbat adamlarla olan kötü evliliklerinden daha çok saygı görebilirler.”

“Doğru...” 

“Üstelik dürüst konuşalım, şu dolandırıcılardan daha itibarlı görünmüyor muyum?”

nes dudaklarının kenarını hafifçe yukarı kıvırarak gülümsedi. Bu, Yüzbaşı Munoz’un yasal –ya da yasa dışı– eşi olmaktan çok, kendisiyle kurulan resmi dostluğun daha onurlu bir konum sağlayacağına dair açık bir gururdu. 

Herkes hiç tereddüt etmeden başını salladı. Hatta boşanmayı hayatın sonu sanan saf Lea Almenara bile.

Eğer askeri liman gibi özel bir ortam olmasaydı, böyle bir kadınlar topluluğu kurulması mümkün bile olmazdı. Soylular kendi içlerinde de türlü kademelere ayrılıyordu; üstelik düşük rütbeli ailelerden ya da hanedanların uzak kollarından gelenlerin çoğunlukta olduğu askerî çevrede, köken farklılıkları çok daha uçurumlu görünüyordu.

Yine de aynı topluluk içinde olduklarından, hep yağla su gibi karışacakmış gibi olup da karışmayan bir mesafeyi korudular. Bu nedenle hiçbir gizli niyet olmasa bile böyle aleni bir dostluk, Mendoza’nın ötesinde bir anlam kazanıyordu. Örneğin, köken farkı ne kadar büyükse dışarıdan bakıldığında bu ilişki, bir tür “koruyucu ile himaye edilen” ilişkisi gibi yorumlanırdı.

Elbette, bu Mendoza’da da aynıydı.

“Düşünmeye bile gerek yok. Senora’nın imzasını taşıyan bir mektupla dünyada gidemeyeceğiniz hiçbir yer yok.”

Demek ki Ines’in söyledikleri sadece “yardımcı olurum”dan ibaret değildi; bu kadınları kendi çevresine dahil ederek onlara aktif biçimde kol kanat gereceğinin ilanıydı.

Hanımların yüzüne bir renk geldi. Yine de, hâlâ tedirgin olan Lea kısık sesle mırıldandı.

“Yine de endişeleniyorum... Senora’ların durumu daha da kötüleşmez mi?..”

“Ben de aynı şeyi düşünüyorum. Şimdiki evlilikleri perişan edici, ama boşanma sonrası bir kadının tek başına ayakta kalması... çok zor olur.”

“İyi bir yeniden evlilik adayı bulabilirler ya da köklü ailelerde mürebbiye olabilirler. Bilgi eksikleri varsa görgü öğretmeni olarak çalışabilirler. Hiç olmadı, manastıra sığınıp da aslında rahibe olmadan yaşamanın bir yolunu bulabilirler... Ne olursa olsun, yeni bir hayat kurabilmeleri için elimizden geleni yaparız.”

Doğrusunu söylemek gerekirse, bu yardımı esasen en çok Ines sağlayabilirdi. Ama madem böyle küçük çaplı bir siyaset yürütülecek, o hâlde “biz” duygusunu yaşatmak kadar etkili bir şey yoktu.

Gerçekte pek hesap yapmadan, lafın arasında ağzından çıkıvermişti belki ama Ies buna aldırmadı. Neticede, yarattığı havaya kendisi de kapılıyordu. Ama olsun.

Mendoza’daki gerçek eşlerinin yüzünü hiç görmemişti, Calstera’daki sahte eşlerin simaları ise artık hafızasında belirsizleşmişti. Ne tür insanlar olduklarını bilmesine imkân yoktu... Fakat bir şey kesindi: onlar hiçbir şey bilmeden birilerinin yarısı olarak yaşamaya harcanamayacak kadar değerliydi. Ve o evlilik sahtekarlarına ise fazlasıyla layık olmayan kadınlardı.

“Yeni bir aileye sığınmak isterlerse öyle olsun, çalışmak isterlerse iyi bir hanedan ocağında yer bulmalarını sağlarım. Hiçbir şey yapmak istemezlerse, yapmazlar. Olur da hatırı sayılır bir tazminat alırlarsa, kendi küçük topraklarını kurmaları da mümkündür. Bir düşünün, toprak sahibi olarak yaşamak...”

‘Küçük toprak’ dediği, aslında ‘uçsuz bucaksız mülk’le değiştirildiğinde, işte o Ines Ballestena’nın asıl düşüydü.

“Böyle dinleyince, benim bile boşanasım geliyor, Senora Ines.”

“Yalnız, Yüzbaşı Coronado düzgün bir beyefendidir, aklınızdan çıkarın o fikri, Senora.”

“Ben hiçbir şey yapmak istemem. Ama diyelim boşanacak olursam... o vakit Gormazların çeyizinin iki katını Almenara’ya tazmin ettiririm.”

“Birdenbire, zavallı Almenara teğmen ne yaptı da bu cezayı hak etti?”

“Eğer Jose Almenara kalkıp benim arkamdan bir ilişkiye yeltenir ise...”

“O koca ayı gibi adam mı? Güldürmeyin!”

Coşkulu kahkahalar ve sesler salonu doldurdu.

“Keşke Munoz’un derisini yüzercesine soysalar!”

“Kayınbabasının yardımı olmasa, hala kıdemsiz teğmenden öteye geçemezdi. Yani, aslında ait olduğu yere dönmeli.”

“Ömrü boyunca terfi umudu kalmadan, aşağılanmış halde ordudan ayrılmalı.”

“Sonunda sinirden titreyip, içkiye batıp tümden iflas etmeli...”

Kadınlar ardından mağdurlara gönderilecek dilekçeyi kaleme almaya koyuldular. Olabildiğince yalın biçimde duygusal taşkınlıkları araya katmadan sadece gerçeği aktardılar. “Kararı sizin elinizde, ama biz tüm gücümüzle yanınızdayız, dolandırıcılardan korkmayın.” diye fısıldayan bir mesajı ise saklı tuttular. Ayrıca, “Kimsenin cesaret edemediği işe kalkışanlar büyük fayda sağlar; üstelik şimdiye dek geleneklerce siz haksız konumdaydınız, ama hukuken şans sizin yanınızda.” diye cazip bir telkin de serpiştirdiler.

Kafa kafaya verip sırayla yazdıkları bu dilekçeyi, Calstera haftalık gazetesine ve Mendoza basınına aynı anda göndermeyi tasarladılar. Kirli gerçeği tüm çıplaklığıyla aktarmak, halkın öfkesini uyandıracak duygularla süslemek; bu sahtekârlık davası hukuka taşındığında onların nasıl cezalandırılacağını, ne hâle düşeceklerini, aslında o hâle düşmelerinin ne kadar da hak edilmiş olacağını yazmak... Ortega halkının hafife aldığı bir “aldatma”dan çok farklı, ağır bir suç olduğunu sürekli vurguladılar.

Ve suçun tanıkları, Calstera’nın şerefli subaylarıydı. Onlar gerçek şerefin ne demek olduğunu biliyorlarsa, artık o alçaklarla aynı üniformayı giymekten utanmaları gerekirdi...

Bir başka deyişle, eğer ordudan dışlanmazlarsa, tüm çevrenin onları suç ortaklığıyla anacağı tehdidinden başka bir şey değildi bu.

“Keşke Senora’lardan da izin alınabilse.”

“Peki ama verirler mi? Sonuçta bu, onların da en mahrem yarası...”

“Hayır, bu onların değil, o heriflerin ayıbıdır. Kurban aldatıldığı için mi suçlu olacak?”

Senora Salvatore, hâlâ ateşli bir kararlılıkla karşı çıktı. Gazeteye yazamayacakları hakaretleri, Ines’ten öğrendiği zarif el yazısıyla deftere geçirirken en çok o eğleniyordu; Ines’in her öğüdüne de en hararetle o yanıt veriyordu. Aslında kısa süre önce sarhoşken, yine sarhoş kocasını boğmaya kalkışmış; tam o sırada Ines’in davetiyle konakta ciddi bir öğüt ve ünlü bir avukat tavsiyesi almış biriydi.

Şimdi uzlaşma görüşmeleri sürüyordu; ama onun tavrı netti: uzlaşacak tek bir şey yoktu. Yüzbaşı Salvatore’nin hâlâ para yok diye etrafında dil döndüğü haberi de zaman zaman Carsel’in kulağına çalınıyordu.

“Yine de... Senora’lar meseleyi aleni etmek istemezse, anlayış göstermek gerek. Yollar her zaman tek değildir...”

“Fakat öyle yaparsak, o herifleri beş parasız edemeyiz ki.”

“Yine de, en önemlisi onların iradesi... biraz bekleyelim.”

“Ines Hanım, beş yıl önceki çeyizi tazmin etmek zorunda kalırlarsa, Etura ailesinde tek kuruş kalır mı dersiniz?”

“Kalırsa, kalmaması için sebep buluruz. Mendoza mahkemeleri cezayı da, tazminatı da ağır uygular.”

Onlar, adeta sıradan insanların “Ya gökten bir anda altın ve mücevher düşerse?” diye hayal edip mutlu olmaları gibi, Ines’in sözleriyle heyecanlanan bir kadının boşanma davasına girmesini bir anlığına kendi hayatlarına taşır gibi oldu. Zarifçe gülmeyi unutarak, kahkahalarla patlayan sesleri, tam anlamıyla mutluluğun kendisiydi.

Acı içinde kıvranan iki eşli dolandırıcıyı düşündüklerinde insan nasıl mutlu olmazlardı ki? Yasadışı çifte evliliklerinin yaklaşan çöküşünü ve yakında şanssız olabilecek adamları düşünerek sohbet etderlerken Carsel eve döndü.

“Ah, yüzbaşı, ne çabuk.”

"O kadar geç mi oldu gerçekten?"

Misafirlerin bir şeyler planladığını hissetmiş gibiydi, bu yüzden rahat bir mesafede durup karısının misafirlerini kibarca selamladı.

"Bugün senyoraların başına eğlenceli bir şey gelmiş gibi görünüyor. Koridordan kahkaha sesleri duydum."

"Her zaman gelir. Özel bir şey değil ama biri güldüğünde, her zaman..."

“Evet, gülmek gerçekten bir hastalık gibi bulaşıcıdır…”

Onlar, sessizce birbirlerinin gözüne bakarak dirsekleriyle yanlarındaki boşluğu çektiler ve kendilerini gizlediler. Yine de tehlike hissinden çok, Karizmatik Cassel Escalante’in yüzünü gitmeden önce şans eseri görebilmiş olmanın sevincini taşıyor, yüzlerinde gülümsemelerle parlıyordu.

Akşam antrenanı bitmiş, muhtemelen kıyafetlerini değiştiremeden gelmişti; kolları dirseğe kadar sıvanmış gömleği ve eğitim pantolonu ile, her zamanki özenli ve düzenli görünümünden uzak, biraz dağınık bir izlenim veriyordu. Şiddetli antrenman sonrası dağılmış saçları Carsel’in büyük ölçüde toparladığını belli ediyordu ama alnının üzerine hafifçe düşmüş, gevşek bir hediye paketi gibi cazip bir görüntü sergiliyordu...

Ines, konuklarının az önce büyük bir coşkuyla planladıkları işleri bir anlığına unuttuğunu, sadece Carsel’e dalgın ve hayran bir şekilde bakışlarını sabitlediklerini gördü. Bu kadar samimi bir kadın toplantısı değil de farklı adayların bulunduğu başka bir ortamda çok daha keyif alırdı; ama onun olağanüstü yetkinliğini bir kez daha görmek kötü bir şey değildi.

Tam bu tatmin anındayken aniden yanağına bir öpücük konduruldu.

“Önce biraz yıkanmam gerekecek sanırım.”

“Ter koku...”

“Ben mi? Bunu bekliyordum. Çok mu fazla?”

“Hayır, fazla değil.”

“Tiksindirici değil mi?”

“Yani, o kadar da değil...”

“Akşam yemeği? Bayanlara ikram etmeliyiz. Arondra'nın haberi var mı?”

“Henüz değil.”

“Ona ben söylerim.”

“Peki.”

“O zaman ben temizlenip geliyorum, sen de gülmeye devam et.”

Carsel, son derece gizemli masaya hiç bakmadan, Ines’in arkasından eğilip onun yanağına bir kez daha öpücük kondurdu ve hemen odadan çıktı. Ines için artık tek tek tepki verecek bir durum değildi; bu yüzden tekrar konuya dönmek için salondakilere doğru başını çevirdiğinde:

“Biz artık kalkalım.”

“Zaten vakit epey geç oldu; size akşam yemeği ikram etmek istemiştim.”

“Yemek...”

Neden hepsi birdenbire kızarıp bozardılar? Ines şaşkınlıkla bakarken onlar birer ikişer kâğıt tomarlarını yanlarına alıp ayağa kalktılar.

“Biz fazla oyalanmışız.... böyle oturup kalmamamız gerekiyordu.”

“Yüzbaşı Escalante'ye de özürlerimizi iletin lütfen.”

“Özür? Neyin özrü, hayır, az önce konuştuğumuz mesele...”

“Mektubu gönderdikten sonra yeniden tartışırız.”

“Üç gün? Dört?”

“Geniş tutalım, beş gün sonra!”

“Kim gönderecek?”

“Ben!”

Senora Salvatore elini hızlıca havaya kaldırdı, coşkuyla “gidelim artık” dercesine savurdu. Kadınlar ardı ardına salonu terk ederken, Ines tek başına geride kaldı.

Ne oluyor böyle?..

Ines kısa bir an için, belki de durumun farkında olmayan tek tarafın kendisi olmadığını düşünüp derin bir endişeye kapıldı. Arondra ise salonun kapısında duruyor, hem kapıdan hızla çıkan konuklara hem de Ines’e şaşkınlıkla bakıyordu.

Yorumlar

Yorum Gönder