Eat Run Love - 79. Bölüm

İçini kemiren iki mesele vardı. Ding Zhitong bilgisayarını açtı, biraz mesai yaptı ama sürekli dalgındı. Gece ilerlemesine rağmen işten pek bir şey çıkmamıştı. Kafası bulanıktı ama uykusu da yoktu. Kendini iyi hissetmediği dönemlerde hep böyle olurdu. Sonunda kararlı bir şekilde bilgisayarı kapattı, kalkıp banyoya gitti. Banyo sonrası odaya döndüğünde telefonunun titrediğini fark etti. Ekranda Gan Yang’ın adı vardı.
Muhtemelen Dr. Chen ile görüşme zamanı belli olmuştu. Ama daha konuşmaya başlamadan karşıdan ses geldi.
“Ding Zhitong, bir pencereye çıksana.”
“...”
Biraz afalladı, pencereye gidip jaluzileri kaldırdı. Yolun karşısında bir adam ayakta duruyor, el sallıyordu — tıpkı o geçen seferki gibiydi.
Pencereyi açınca dışarıdan nemli gece rüzgarı ve şehir gürültüsü içeri doldu. Ne yapacağını bilemeden sordu.
“Buraya neden geldin?”
“Sen çağırdın beni.” Telefondaki böyle dedi.
“Ben ne zaman seni çağırdım?” diye sordu Ding Zhitong.
“Bu öğleden sonra.” dedi Gan Yang. “Anladım ben.”
Başta Ding Zhitong bunu saçmalık olarak gördü ama sonra geçmişe gidiverdi. Yirmili yaşlarının başındayken Broadway’deki bir vitrinin önünde durup onu aramıştı. O da hemen anlamıştı bir şeylerin ters olduğunu. “Ne oldu?” diye sormuş, sonra da “Sen evine dön, ben şimdi geliyorum.” demişti.
“Ama ben iyiyim.” Bunu ona söylemedi, ama içinden yine o eski kalıba dönmemek gerektiğini geçiriyordu. Aynı eskiden olduğu gibi... O zaman da adam üç yüz kilometreyi aşıp yanına gelmişti, ama sonunda sadece onu kucaklamış ve işini değiştirmesini önermişti.
“Gerçekten mi?” diye sordu Gan Yang, inanmayarak.
“Gerçekten.” dedi. Ardından ekledi, “Hem sen buraya gelsen ne olacak ki?”
“Sana gizli bir teknik aktaracağım.” dedi Gan Yang.
“Ne tekniğiymiş o?” Ding Zhitong bunu komik buldu, içinden de 'Yine süper kahraman modunda herhalde.' diye düşündü.
Gan Yang başını salladı, sonra kısa bir duraksamadan sonra konuştu.
“Eğer baş edemediğim bir şeyle karşılaşırsam, kendime hep bir cümle söylerim.”
“Ne cümlesi?” diye sordu Ding Zhitong.
“Madem bu noktaya geldik, önce bir yemek yiyelim.” Ona bakarak devam etti, “Ya da, Madem bu noktaya geldik, önce biraz koşalım.”
Ding Zhitong sokak lambasının altında duran adama bakarak sessizce güldü.
“Yemeğini yedikten, koşunu yaptıktan sonra tekrar düşünürsün nasıl çözeceğini.” diye devam etti Gan Yang. “Ve bazen gerçekten tuhaf oluyor... Daha hala yerken ya da koşarken, hiç düşünmüyorken bile çözüm kendiliğinden aklına geliyor.”
Ding Zhitong dinliyordu. Bunlar aslında son derece sıradan cümlelerdi, ama onu birdenbire derinden etkiledi. Ayrıldıkları onca yıl boyunca o da pek çok kez çaresiz kaldığı anlar yaşamıştı. Kendine bu sözleri hiç söylememişti ama benzer şeyler yapmıştı — mesela güzel bir yemek yapıp yavaş yavaş yemiş ya da beş kilometre boyunca hiçbir şey düşünmeden koşmuştu. Gerçekten de bazen böyle olurdu; daha hâlâ yerken, koşarken bile, çözüm bir anda çıkıp geliverirdi.
Yıllar sonra bile o hâlâ eskisi gibi, sadece onun bir sözü uğruna bin kilometreden fazla uçarak yanına gelmişti. Ama artık ona verebileceği şey yalnızca bir sarılmadan ibaret değildi.
“Hmm, anladım.” dedi Ding Zhitong başıyla onaylayarak. Hareketi o kadar hafifti ki onun görüp görmediğini umursamıyordu. “Yarın öğlen yemeği benden.” dedi.
“Hayır.” dedi Gan Yang doğrudan reddederek, “Ben akşam yemeği yemek istiyorum.”
Bu diyalog neredeyse bir anaokulu seviyesindeydi. Ding Zhitong çaresizce, “Öğle yemeğiyle akşam yemeği arasında ne fark var ki?” dedi.
Gan Yang cevapladı. “Tabii ki fark var.”
“Ama benim akşam randevum var.” dedi o da, zorluk yaşıyormuş gibi yaparak.
“Kimle?” diye sordu Gan Yang, ısrarla öğrenmek ister gibiydi.
“Tanıyorsun.” diye dürüstçe cevapladı Ding Zhitong, “Şanghay’da birlikte yemek yediğimiz Wilson.”
“Nereye gideceksiniz?”
“Sık gittiğim CrossFit salonuna, sonra da yemeğe. Geçen sefer öyle konuşmuştuk.”
“Salonun adı ne?” diye devam etti.
“Bunu bilmek sana ne kazandıracak?” diye o da ona sordu.
Gan Yang, “Durum bu noktaya gelmişken, tabii ki önce biraz antrenman, sonra da güzel bir yemek olmalı.” dedi.
Ding Zhitong tekrar gülümsedi, başını çevirip şehir vadisinin içindeki bomboş sokaklara baktı. Bir süre sessiz kaldıktan sonra, “Peki, olur. Yarın sana adresi atarım.” dedi. Ardından el sallayıp pencereyi kapattı.
Jaluzilerin ardından onun bir süre orada durduğunu, sonra başını eğip arkasını dönerek ayrıldığını ve yolun ortasındaki sokak lambasının ışık halkasının üstünden büyük adımlarla geçtiğini gördü – tıpkı eskiden olduğu gibiydi.
Muhtemelen Central bölgesinde çalışan yabancıların çokluğundan ötürü, finans caddesi civarında birkaç tane fonksiyonel antrenman salonu vardı.
Buralar sıradan spor salonları gibi değildi. Ne büyük makineler ne yüzme havuzu ne de sauna vardı. Yerde barlar, sıra sıra demir iskeletler, üstü çıplak erkek üyeler ve aynı şekilde hiç aldırmayan, bedenini açıkta bırakan, sert fiziksel görünüşlü kadın üyeler vardı. Hepsi tempolu müzik eşliğinde yoğun ve neredeyse vahşi sayılacak egzersizler yapıyordu.
Ding Zhitong’un sürekli gittiği salon, IFC’nin hemen karşısındaydı. Oranın dördüncü yılına girmiş bir üyesiydi.
İlk kez tam maratonu tamamladıktan sonra bir deneme dersi almıştı.
Antrenör onu görünce 'Ne tür egzersizler yaparsınız? Ne kadar yoğun?' diye sormuştu.
O da özgüvenle cevap vermişti. 'Uzun mesafe koşuyorum, maraton tecrübem de var.'
Antrenör, “O zaman en temel seviyeden başlayalım.” demişti.
Ding Zhitong bu söze biraz küçümseyerek bakmıştı. Antrenör ise sadece gülümsemiş, açıklama yapmamıştı.
Dersin daha yarısında, söylendiğine pişman olmuştu.
O bir saatlik ders unutulmazdı: burpee, kürek çekme, kutu atlama, kettlebell sallama, mekik. Sadece bu birkaç hareketin döngüsü bile neredeyse onu kusturacaktı. Dersin bitiminde uzun süre yerde yatıp kendine gelememişti.
Kendisinin zayıf olmadığını kanıtlamak adına özellikle belirtmek gerekir ki, o gün derse birlikte katılan biri gerçekten kusmuştu – hem de iki kez.
Antrenör ise bu duruma alışkındı. “Sık yaşanır.” demişti.
Garip olan, Ding Zhitong’un sonrasında tekrar gitmesiydi.
Antrenör yine aynı şeyi söylemişti. “Bu da sık yaşanır.”
Bu hikâyeyi dinleyen Wilson kendinden bir parça bulmuştu. İlk kez WOD (günün antrenmanı) yaptığında hissettiği şeyin “workout of the death” (ölüm egzersizi) gibi olduğunu söylemişti. Neyse ki triatlon ve Spartan geçmişi olduğu için adapte olması kolay olmuştu. Yaklaşık iki ay sonra bu his “ne çok yaşamak istiyorum ne de hemen ölmek istiyorum”a dönüşmüş, ama yine de gitmekten kendini alamamıştı.
Üstünü değiştirip soyunma odasından çıkan Wilson hâlâ o eski koyu mavi, üstünde büyük sarı “M” harfi olan tişörtünü giyiyordu. İkili konuşurken Gan Yang da geldi.
Ding Zhitong onu görünce el salladı, ardından antrenörü bulmaya gitti.
Sonraki bir saat boyunca antrenör eşliğinde döngüsel egzersiz yaptı. O gün sıra jimnastik hareketlerine gelmişti.
Salonun kendisi zaten küçüktü, akşam saatlerinde gelenlerin sayısı da önceki zamanlara göre epey azdı. Ding Zhitong Smith barına asılı şekilde diz çekme yaparken, Gan Yang ve Wilson drop-in (tek seferlik) ders için gelmişti ve karşı köşede başka bir antrenörle birlikte WOD yapıyorlardı.
Üçü de beyaz tahtanın önünde durup antrenman planına baktılar. Gan Yang, Wilson’la aynı ağırlığı istedi.
Antrenör, “Ama onun kilosundan birkaç seviye hafifsin.” dedi.
Gan Yang, “O zaman yirmi pound daha ekleyeyim.” diye cevapladı.
Wilson ona bakıp sordu. “For time?”
“For time.” dedi Gan Yang sevinçle.
İkisi tokalaştı ve böylece başladı.
(Çevirmen Notu: "For time", CrossFit ve benzeri yüksek yoğunluklu antrenman sistemlerinde kullanılan bir terimdir. Türkçesi kabaca "zamana karşı" demektir.
Yani: Belirli bir egzersiz setini (örneğin 20 burpee, 30 squat, 1 mil koşu gibi) en kısa sürede tamamlamak hedeflenir. Bu bir çeşit yarış gibidir—kendinle ya da başkalarıyla. Süre tutulur ve kimin daha hızlı tamamladığına bakılır.)
Isınmadan sonra koşu bandında bir mil koşarak başladılar.
O sırada fonda NEFFEX’in Things Are Gonna Get Better parçası çalıyordu. Nakaratta tekrar tekrar geçen cümle “Just keep pushing through, yeah what you got to lose?” epey motive ediciydi.
Gan Yang koşarken gözünü Ding Zhitong’dan ayırmıyordu. Ding Zhitong da onu izliyor, sakınmadan koşarken onu seyrediyordu. Karşısındaki adam hâlâ eski bir atlet gibi uzun boylu ve esnekti. Kasları abartılı değildi ama eskisinden daha güçlü olduğu belliydi.
Üstelik, yaşları toplamda yetmişe yaklaşan iki adamın böyle çocuklar gibi yarışmaları da ayrı bir ilginçti.
Bunu içinden düşünürken, diğer ikisi bir mili tamamladı ve olimpik halterle squat kısmına geçtiler.
Nasıl başladıysa, göz açıp kapayana kadar üstlerini çıkardılar. Üstelik salon ve sahalarda en yaygın yöntemle: Ellerini arkadan yaka kısmına atıp, tişörtü başlarının üstünden çıkarıp tek elle kenara fırlattılar.
Antrenör Ding Zhitong’a odaklanmasını hatırlatıyordu ama kendisi de sık sık o tarafa bakıyordu. Orada ilk defa gelen ve sadece boş barla çalışabilen bir kadın vardı, bir de müzik çalan görevli genç.
Tam da o sırada arka plan müziği Chase Holfelder’in Animal şarkısına geçti. Sözleri fazlasıyla arzu doluydu, yorumlama tarzıysa daha da fazlası. O an Ding Zhitong’un kafasında tek bir cümle dönüp duruyordu: I feel the chemicals kicking in. Görüntü bir anda fazla “yoğun” bir hâl aldı.
Yorumlar
Yorum Gönder