Eat Run Love - 76. Bölüm

Genel müdür, Gan Yang’ın alışkanlıklarını bildiğinden, geceyi fazla uzatmadı. Karaokeden çıkınca onları otellerine götürecek araçları ayarladı.

Yol boyunca, şehrin neon ışıkları ve sokak lambaları camdan içeri süzülüyor, cam yüzeyinde kırılıp şekil değiştiriyordu. Ding Zhitong ve Gan Yang yan yana oturuyordu. Ding Zhitong onun yanıtını beklediğini biliyordu ama Gan Yang hâlâ ona sorduğu soruya cevap vermemişti. Üstelik arabada başkaları da vardı, konuşma fırsatları yoktu.

Araç, Fransız sömürge mimarisi tarzında beyaz bir binaya sahip Saigon Oteli’ne geldi. Uzun koridorları bir avluyu çevreliyor, her yer yemyeşil bitkilerle doluydu. Check-in işlemleri yapıldıktan sonra herkes odasına çekildi. Ding Zhitong her zamanki gibi duşunu aldı, bilgisayarını açtı, ve e-postaları yanıtladı.

Telefon titredi ve sesli bir mesaj aldı.

> “Artık içki içemiyorum, ama sen dinlemek istersen saçma sapan şeyler söylemeye hala hazırım. Artık regl ağrısıyla bayılmayacaksın belki, ama yine de bir gün bana ihtiyacın olur. Sadece seslenmen yeter, hemen gelirim.”

Sorularına cevap vermişti. Geç kalmıştı belki, doğru anı kaçırmıştı, ama bu geç gelen cevap daha da ciddi hissettirmişti.

“Gan Yang...” diye seslendi Ding Zhitong.

“Buradayım.” diye yanıtladı.

“Bu sunumu sence nasıl yazmalıyım?” Bilerek böyle sordu, yüzünde sessiz bir tebessüm vardı.

Karşı taraf beklediği gibi cevapladı:

“Ding Zhitong, beni kandıramayacaksın Anlaşmamız vardı, iş iştir. Ayrıca yardımıma da ihtiyacın yok, bunu sen de biliyorsun.”

'Bana bu kadar güveniyorsun ha?' diye sormayı düşündü ama cümleyi yutkundu. Çünkü o da kendine gerçekten güveniyordu.

“Yarın Hong Kong aktarmalı mı dönüyorsun Şanghay’a?” Konuyu değiştirdi.

Gan Yang “İstersem sadece Hong Kong’a da giderim.” dedi.

Ama o hemen reddetti.

“Hayır, sakın. İş arkadaşlarım burada. Sizinle hala iş yapmak istiyorum.”

Karşı taraftan hafif bir gülüş geldi. “Öyleyse sunumunu bekliyorum.”

Telefon kapandı ama o hâlâ son sözü düşünüyordu. “Sunum” kelimesi burada adeta çift anlamlıydı—hem yapmak istediği iş anlamına geliyordu, hem de onun ağzından çıkmasını beklediği cümleydi: “Sana ihtiyacım var.”

Ertesi sabah otelden çıkıp havalimanına gittiler, Hong Kong’a giden uçağa bindiler ve o dönemde büyük bölümü kapalı olan, neredeyse bomboş olan Chek Lap Kok Havalimanı’nda ayrıldılar.

Şehir merkezine dönen hafif raylı trende Ding Zhitong, Li Jiaxin’e sordu.

“Bir fikrin oluştu mu?”

“Sanırım hâlâ çevrim içi modelle gitmeliyiz, değil mi?” Li Jiaxin pek emin değildi; çünkü daha önce hazırladıkları sunum malzemesi bu yönde şekillendirilmişti ama Dr. Chen dinledikten sonra açıkça etkilenmemişti.

“Hayır.” Ding Zhitong başını salladı ve sonunda kendi fikrini açıkladı:

“Onlar C2M ve M2C yapmak istiyor.”

Li Jiaxin, “Ama bu yine de çevrim içi perakende olmuyor mu?” diye sordu.

Ding Zhitong başını sallayıp “Çevrim içi + fiziksel mağaza modeli.” diye yanıtladı.

“Fiziksel mağaza mı?” Li Jiaxin’in ilk tepkisi bu fikrin imkânsız olduğuydu. Son yıllarda e-ticaret tek başına öne çıkmıştı; geleneksel sektörler birbiri ardına düşük varlık modellerine geçiyordu. Fiziksel perakende sektörü ise yarı ölüydü; mağazaların çoğu kapanmış, bazılarıysa doğrudan iflas etmişti.

“Bu sektörü dört bölüme ayıralım: tasarım, ar-ge, üretim ve satış.” diye açıkladı Ding Zhitong. “Üretimi şimdiden ele geçirdiler. Tasarım ve Ar-Ge’de de hızla ilerliyorlar. Şimdi markalarla rekabet etmeye çalışıyorlar ve onlardan tek eksik yanları satış. Ama sadece çevrim içi satış yetmiyor. Hem spor ayakkabının doğası gereği hem de distribütörlük lisansına ihtiyaçları olduğu için.”

Üstelik Ding Zhitong’un henüz söylemediği bir şey daha vardı: Eğer bu işi Gan Yang gerçekten başarırsa—ve öngörülebilir gelecekte Çin yine dünyanın en büyük pazarı olursa—LT Capital’in yatırımı olan tüm çevrim içi spor platformları üzerinden ulaşılan tüketici kitlesi ve toplanan verilerle birlikte, yepyeni bir marka yaratmak dahi imkânsız olmazdı. O zaman bu yalnızca bir rekabet değil, doğrudan karşı hamle olurdu.

“Yani diyorsun ki...” Li Jiaxin onun düşünce çizgisine yetişti. “Bir spor giyim perakendecisini ya da distribütörünü satın almak mı isteyecekler?”

“Ayakkabı üretimi, perakende, spor hizmetleri—hepsini entegre etmek istiyorlar.” dedi Ding Zhitong ve ardından birkaç şirket ismi vererek Li Jiaxin’e ödev verdi. “Sunumda belirtilen hedef firmalar da bu tarzda: ülke çapında ölçeklenmiş, halka açık, son yıllarda performansı kötü ama varlık kalitesi sağlam, hisse fiyatı da açıkça düşük değerlenmiş.”

“Özelleştirme ve birleşme, anlaşıldı.” dedi Li Jiaxin net bir şekilde. Daha trenin içindeyken bilgisayarını açıp işe koyulmuştu bile.

Tren tam o sırada durdu. Ding Zhitong boş duran Tsing Yi istasyonuna bakarken, aklından Gan Yang’ın yıllar önce anlattığı bir hikâye geçti: Spor ayakkabıların satıldığı o yarım yüzyıl öncesine ait dönem. Satış yapanlar eski sporculardı; ortaokul ve üniversitelerdeki antrenörleri bulur, her öğrencinin ayak numarasını ve alışkanlıklarını öğrenirlerdi. Hatta bazı spor meraklıları, kendi ayak şekillerini kâğıda çizip gönderir, onlar da uygun ayakkabıyı önerirdi.

O zamanlar işler yavaş ilerlerdi, ayakkabılar da tek tek satılırdı. Tıpkı şiirdeki gibi: “Eskiden her şey yavaştı, konuşmalar bile kelime kelimeydi, bir ömür boyunca yalnızca birini severdin."

O zamanlar bu ona saçma gelmişti, ama şimdi pekâlâ mümkün olduğunu düşünüyordu. Tam olarak ne zaman bu düşünceye kapıldığını bilmiyordu ama her şeyin netleştiği o anda, sanki “dünya çizgisi”nin birleştiği bir anı keşfetmiş gibiydi.

Evet, tam anlamıyla bir “iç ürperti.”

Sunum belgelerini hazırladıkları o birkaç gün boyunca, Gan Yang’la hâlâ binlerce kilometre uzaktan konuşuyorlardı.

Bir akşam yemek hazırlarken sordu.

“O yarışma gününde... kalp atış sensörümün alarm verdiğini fark ettin mi?”

“Evet, fark ettim.” dedi Gan Yang.

“Peki ya sen?” diye sordu yine. Ya senin kalp çarpıntın neydi?

Kısa bir sessizlik olduktan sonra Gan Yang gülerek yanıtladı.

“Hiç takmadım ki, çünkü nasıl tepki vereceğimi biliyordum. Ondan önce zaten seni Şanghay’da görmüştüm.”

Gerçek seni değil, bir fotoğrafını.

2017’den 2018’e kadar, sayısız spor salonu yönetimi iş planı okumuştu.

Bunlardan biri Hongqiao’daki bir Crossfit salonuydu ve belgelerin sonunda üyelerin toplu fotoğrafları vardı. O polaroid fotoğraflar kesilip küçültülmüştü; birçok kişi bir arada görünüyordu, projeksiyondan yansıtılınca renkleri değişmiş, detaylar da biraz bulanıktı. Ama o, yine de onu tek bakışta tanımıştı—bunca yıl geçmesine, bunca değişikliğe rağmen. Siyah bir antrenman kıyafeti giymişti, saçlarını alçak bir at kuyruğu yapmıştı, antrenörüyle birlikte gülümsüyordu. Görüntüsü, bir ok gibi etkileyiciydi. Fotoğrafın altına yazılmıştı adı: Tammy.

İlk başta kalbinin hızlı çarptığını pek fark etmediğini düşünmüştü, sadece bir anlığına dalıp gitmişti. Sonra parmağıyla o fotoğrafı işaret edip salonun yöneticisine “Burada eski bir sınıf arkadaşımı göreceğimi hiç beklemezdim. On yıldır görüşmüyorduk.” demişti.

Yönetici bu sözlere şaşkın bir sevinçle karşılık verdi: CF salonlarının üyeleri genelde orta-üst gelir seviyesinde, spor geçmişi olan kişilerdi. Hedefleri belirli gruplara yönelik ileri düzey spor hizmeti vermekti. Hatta yöneticiden, o sınıf arkadaşının iletişim bilgilerini bulmaya çalışacağı sözü bile gelmişti.

Gan Yang gönülsüzce onayladı ama sonuçta yönetici üzülerek konuşmuştu.

“Bu ‘Tammy’ arkadaşımız sadece geçici olarak drop-in dersine katılmış, rezervasyon yapmamış, telefon da bırakmamış.”

O sıralarda Zeng Junjie 35 kilo vermişti, kaslı bir vücut geliştirmiş, kendi stüdyosunu açmış ve LT Capital’den yatırım almıştı. Yeni şubeler açıyordu. Belki de sektör rekabeti yüzünden, diğer spor akımlarını küçümsüyor, Crossfit’e karşı ise özellikle olumsuz bir tavır sergiliyordu.

Gan Yang’a şöyle bir benzetme yaptı:

“Gece yarısı Huaihai Caddesi’nde, lacivert Aston Martin’imden iniyorum, Datong Lane’deki TAXX’e giriyorum. Renkli ışıklar üzerime vuruyor, çevremdeki herkes bana şaşkınlıkla bakıyor. Kaslı göğsüm ve pazularım tişörtü zorlarken, pantolonum da sert kalçalarımı ve kalın bacaklarımı sarıyor. Bara yaklaştığımda erkekler geri çekiliyor, kadınlar bana yaklaşıyor. Sayısız bakış üzerime kilitleniyor. Tüm o diyet ve antrenmanlar hiç boşa gitmemiş gibi hissediyorum...”

Ardından bir dönüş yaptı.

“Ama ya ben Cross-fit yapıyorsam, her gün demir kaldırmaktan daha beter bir şekilde kendimi parçalarken, vücudumun kaslanması gereken yerleri hâlâ aynıysa, kızları etkilemek için ne yapmalıyım? O anda yere kapanıp elli tane burpee mi yapayım yani?”

Gan Yang bu sözleri duyunca gülümsedi. Zeng Junjie öyle canlı anlatmıştı ki, sanki oradaymış gibi hissettirdi; üstelik söyledikleri gayet mantıklıydı—Çinliler en çok sonucu önemser. Para harcanmış, ter dökülmüş, aç kalınmışsa mutlaka bir sonuç görmek isterler: ya kilo vermek ya da kas yapmak. Oysa Cross-fit'in hitap ettiği kesim oldukça dardı.

Yine de yatırım kararı henüz kesinleşmemişken, o çoktan bu işe kendini kaptırmıştı.

Garip olan da şuydu ki, o yıl Şanghay zaten Çin’in en gelişmiş fitness sektörü olarak anılıyordu; rakibi yoktu. Her türden spor salonu vardı: Kimileri yurtdışındaki lüks kulüpleri örnek alıyor, ekipmanlar birbirinden uzak yerleştiriliyordu, üyeler birbirini rahatsız etmiyordu. Bazıları ise gece kulübü havasındaydı—göz alıcı ışıklar, kulakları sağır eden müzik, ne görebiliyor ne duyabiliyordunuz.

Ama bu kadar farklı tarzın arasında, hafif sosyal anksiyetesi olan biri olarak o, en çok sosyal bağa önem veren bir antrenman türünü seçmişti. Üstelik gittiği yer, Hongqiao’daki o salondaydı.

Orada geçirdiği bir saat, gün içinde yaşadığı tek hareketli zamandı.

Bu oldukça çelişkili bir ruh haliydi: Bir daha asla karşılaşamayacaklarını düşünüyor, ama her gidişinde de karşılaşabileceklerini hayal ediyordu.

Hatta zihninde defalarca karşılaşma sahnesini canlandırmıştı. Öyle çok ki artık alışmıştı, içi kıpırdamıyordu bile.

Ama onu gerçekten tekrar gördüğü anda, tüm bu provaların boş olduğunu fark etti.

O gün yine salona gidiyordu, yolda telefonla konuşurken aynı katta bulunan bir oyun salonunun önünden geçti.

Kapının çok da uzağında olmayan bir yerde bir dizi 4D hareketli yarış simülatörü vardı. Koltuklardan birinde biri büyük biri küçük iki kişi oturuyordu. Küçük olan direksiyonu çeviriyor, büyük olan gaz pedalına bastıkça basıyor, oyuna tam anlamıyla kaptırmışlardı kendilerini.

İlk başta kimi gördüğünü fark etmedi, sadece kalbi aniden bir kez boşlukta çırpındı. Sonra o tanıdık profili tanıdı: Ding Zhitong’du bu.

O anda kanının çekildiğini hissetti. Telefonu kulağına bastırıp bir köşeye çekildi, hâlâ konuşuyormuş gibi yaptı. Karşı tarafın ne dediğini hiç duymadı.

Sadece orada dikilmiş, uzaktan onları izliyordu. Gözlerini diktiği yerde, Ding Zhitong gülüyordu; fotoğraftakinden bile güzeldi.

Oyun seansı bitip de kalktıklarında, çocuk ter içinde kalmıştı. O ise çömelip terini siliyordu.

Ancak o zaman arkasını döndü ve hiç geriye bakmadan uzaklaştı.

Bu durumun ne anlama geldiğini kendisi de bilmiyordu. Zaten çok uzun zaman önce ayrılmışlardı. Hem onun evli olduğunu da biliyordu; çocuk sahibi olması da doğal bir sonuçtu. Ama bunu bu şekilde, gözünün önünde görmek—buna dayanamamıştı. O anda onun muhtemelen ülkeye döndüğünü, hatta bu civarda yaşadığını düşündü. O yüzden çocukla bu alışveriş merkezine gelmişti.

Birkaç gün sonra, antrenman salonunun yöneticisi ona iyi bir haber verdi: “Öğrenci Tammy” tekrar gelmişti ve bu sefer telefon numarasını bırakmıştı.

“Gerek yok.” dedi Gan Yang başını sallayarak. Nedenini de açıklamadı.

Yönetici onun ne demek istediğini tam anlayamadı. Sonradan belki bir ihtimal diyerek, LT ile yapılan bir toplantıda konuyu açtı ve salonlarında kesinlikle üye bilgisi sızdırma ya da mahremiyete aykırı bir durumun söz konusu olamayacağını özellikle belirtti.

Belli ki, Gan Yang’ın o sözünü bir sınama olarak anlamıştı.

Ama her ne olursa olsun, Cross-fit yatırımı sonunda hayata geçmedi. Bu durum ne Ding Zhitong’la ne de gizlilik ihlaliyle ilgiliydi. Sadece Zeng Junjie’nin görüşünün doğru olduğuna inandı. Fakat yine de kendisi başka bir Cross-fit salonuna gidip antrenmanlarına devam etti.

Bu kısmı duyunca Ding Zhitong biraz afalladı, anlaması biraz zaman aldı ve ardından sordu.

“Yani... o çocuğun benim oğlum olduğunu mu sandın?”

Karşıdan ses gelmedi. Sonra Song Mingmei’yle konuşunca durumu yanlış anladığını fark etti.

Ding Zhitong kahkahalarla güldü.

Gan Yang, “Hey Ding Zhitong, gülmeyi keser misin artık? Bu, senin Wang Yi’yle benimle partner sanmandan bile daha mı saçma yani?”

Ding Zhitong kendini tutamayıp biraz daha güldükten sonra sordu.

“Peki o gün bizim oyunda hangi arabayı kullandığımızı gördün mü?”

“Ne arabası?” Gan Yang hiç dikkat etmemişti.

Ding Zhitong yanıtladı.

“Ben Yulin’i oraya götürdüğümde her zaman Mustang seçerim.”

Karşı taraf uzun süre sessiz kaldı, sonunda sordu.

“Niye... Mustang?”

Ding Zhitong ise umursamazca konuştu.

“Sakın duygusallaşma. Oyundaki bütün arabalar zaten Ford. Fiesta yerine Mustang daha havalı duruyor, o yüzden.”

Tıpkı koşmak gibi—önce onunla birlikte koşmaya başlamıştı, sonra kaçınmaya başlamış, sonunda ise yalnız başına yapmayı gerçekten sevmişti.

Mustang de aynıydı. Bazı şeyler yaşandıktan sonra insanın bir parçası haline gelir, artık birini anmak için var olmazlar.



Yorumlar