Eat Run Love - 42. Bölüm

Gan Yang içinden söylendi. 'O herif hâlâ içeride olsaydı daha rahattım.'
---
“Canım oğlum—” Liu Zong hep böyle başlardı. Sonra da her zamanki gibi ne yaptığını, iyi olup olmadığını sorardı.
Ama bu kez Gan Yang sözünü kesti.
“Liu Zong, ben Şanghay’da bir ev almak istiyorum.”
Karşı taraf kısa bir duraksamadan sonra gülümseyerek sordu.
“Eskiden hep istemem derdin, bu sefer ne değişti?”
Gan Yang da gülümseyip doğrudan söyledi.
“Sen birini gönder bakmaya, adı Oriental Manhattan.”
“Yeri de belirlemişsin?” Liu Zong şaşırmıştı.
Gan Yang açıkladı. “Orası onun evine çok yakın.”
“Kız arkadaşının mı?” Liu Zong sordu. “İleride Şanghay’da mı yaşamayı düşünüyorsunuz?”
“Evet.” dedi Gan Yang. “Sana anlatmıştım, o Şanghaylı.”
“Evlenmeyi mi düşünüyorsunuz?” Liu Zong biraz sustuktan sonra yine gülümseyerek sordu.
Gan Yang cevap vermeden başka bir şey sordu.
“Tanışmak istemez misin?”
Karşıdan hafif bir gülüş geldi.
“Elbette isterim. Ama bu ara biraz meşgulüm...”
Gan Yang hemen atıldı.
“O zaman ben onu alıp yanına geleyim.”
“Olur.” dedi Liu Zong, biraz düşündükten sonra. “Ne zaman geleceksen önceden söyle, ben de hazırlık yapayım.”
Gan Yang ancak o zaman lafı değiştirdi.
“Bakalım... İkimiz de işe yeni başladık. Birkaç ay çalışıp izin almak daha uygun olur.”
“Doğru.” Liu Zong hemen onayladı. “Yazın Şanghay çok sıcak olur. Siz Amerika’da kalın, sonbahar serinleyince bakarız.”
“Hmm.”
“Kız arkadaşının adı ne?” Bu aslında Liu Zong’un ilk defa sorduğu bir soruydu.
“Ding Zhitong.” Gan Yang cevapladı. Başta bu konuşma sadece bir yoklamaydı, ama bu noktada o da ciddileşmişti.
Eğer Gan Kunliang meselesi olmasaydı, Liu Zong büyük ihtimalle onun mezuniyetine gelirdi. O zaman Ding Zhitong’la tanışmış olurdu. O an, üç kişinin birlikte yemek yediği sahne gözünün önünde belirdi: İlk yaz akşamında İshaca, kasaba restoranında sarımtırak sıcak ışıklar, Liu Zong Ding Zhitong’a bakıyor, Ding Zhitong hafif utangaç, o ise ikisinin arasındaki havaya gerginlik olmasın diye dikkatli... Ama herkesin yüzünde gülümseme var. Tüm detaylar gözünün önünde, sanki gerçekten yaşanmış gibiydi.
Telefon kapandıktan sonra, Gan Yang dönüş bileti almak için internete girdi ve iki hafta sonrası için bir tarih belirledi.
O akşam görüntülü konuşana kadar da bu planından Ding Zhitong’a bahsetmedi.
O sıralar Ding Zhitong zaten Qin Chang’ın projesine atanmıştı. Batı Amerika’ya bir internet şirketine yönelik durum tespiti için iş seyahatine çıkmış; birkaç şehir dolaşarak gündüzleri müşteriler ve tedarikçilerle görüşüyor, geceleri de otel odasında mesai yapıyordu. 2008 yılı neredeyse yarılanmış, piyasa iyice durgunlaşmıştı. Normalde bir milyar komisyonun altındaki işleri almayan M Yatırım şirketi, artık çok daha küçük ölçekli projeleri bile kabul ediyordu.
“Benim bir süreliğine dönmem gerekecek.” Gan Yang doğrudan konuya girdi ama şu anki durumu ona nasıl açıklayacağını bilemiyordu. Eğer anlatmaya kalkarsa, bu hem çok uzun hem de karmaşık bir hikâye olacaktı.
“Dönmen mi gerekecek? Nereye?” Ding Zhitong ne demek istediğini anlamadı, kaşlarını çatarak ekrana baktı, elleri ise hâlâ klavyedeydi.
“Memlekete, ailemin yanına.” diye açıkladı Gan Yang. Görüntülü konuşmanın kötü tarafı da buydu işte; karşıdakinin gözlerini bile tam göremiyordu.
“Memlekete mi? Ne zaman gidiyorsun?” Ding Zhitong sonunda yazmayı bıraktı.
“Yarın akşam uçağıyla.” dedi Gan Yang.
“Ailende bir şey mi oldu?” Ding Zhitong şaşırmıştı. En erken hafta sonu dönebilirdi, yani Gan Yang gitmeden görüşemeyeceklerdi. Arada yalnızca iki gün vardı, o yüzden bu kadar acele etmesinin sebebini anlayamamıştı.
“Hayır.” diye gülümsedi Gan Yang ve başını iki yana salladı. “Annem beni çok özlemiş. Üstelik bir akrabamız da evleniyormuş. Annem bu ara hiçbir yere kıpırdayamıyor, beni mutlaka görmek istiyor. Eğer dönmezsem, anne-oğul ilişkisini keseceğini söyledi.”
Ding Zhitong sahte bir gülümseme takındı. Son kısmını ciddiye almadı elbette, ama bir annenin oğlunu görmesine de karşı çıkacak hali yoktu. Yine de hemen iş meselesini düşündü. “Peki ya işin ne olacak?”
Gan Yang bunu gerçekten düşünmemişti. Kısa bir duraksamadan sonra yanıtladı. “Şirkete danışırım. Muhtemelen izin alabilirim.”
Her şey o kadar ani gelişmişti ki Ding Zhitong’ın içi rahat etmiyordu. Peş peşe sorular sordu: “Ama senin F1 vizen neredeyse doluyor, OPT’ye başvurdun ama hâlâ onay gelmedi. Başkaları anlatmıştı, vize bitmeden iki ay önce ülke dışına çıkmak riskliymiş. Dönemeyebilirmişsin...”
“Bu kadar telaşlanma.” dedi Gan Yang umursamaz bir ifadeyle. “Her sene mezun olan öğrenciler tatile gidiyor. Sonra yine dönüyorlar.”
“Onlar tatile Güney Amerika’ya gidiyor genelde.” dedi Ding Zhitong, hemen konuya parmak bastı. “Amerikalı arkadaşlarıyla birlikte Meksika sınırından arabayla dönüyorlar. Seninle aynı durum mu bu?”
Gan Yang cevap vermedi, sadece ona bakarak gülümsedi. Görüntüdeki bir saniyelik gecikme, sanki bir filmdeki yavaş çekim sahne gibiydi.
“Ben de boş boş konuşuyorum işte, sen bana kızma...” Ding Zhitong kendini biraz sinir bozucu buluyordu, ama düşünmeden edemiyordu bunları.
“Hayır.” dedi Gan Yang başını sallayarak. Tek taraflı bir gülümsemeyle ona baktı. “Sadece beni özlediğini biliyorum.”
Ding Zhitong “çüş” anlamında bir ses çıkardı ve gözlerini başka bir yöne çevirdi.
Ama Gan Yang konuşmaya devam etti. “Hep ben seni bekliyorum. Bu sefer de sen beni bekle biraz.”
“Tamam, beklerim...” dedi Ding Zhitong, sanki baştan savma konuşuyormuş gibi yaptı.
Gan Yang kasten sessiz kaldı, sadece ona bakmaya devam etti.
Bir süre sonra dayanamayıp Ding Zhitong sordu. “Peki ne zaman döneceksin?”
“İki hafta sonra.” Gan Yang tam da bu soruyu bekliyordu. Onun bu soruyu sorarkenki halini sevmişti, sanki o dönüş gününü şimdiden özlemle bekliyormuş gibiydi.
Bu çok da uzun sayılmazdı. Ding Zhitong başını salladı ve eski pozisyonuna döndü, ekrana odaklanıp yazmaya başladı. Ama o an yalnızca kendisi biliyordu: yazdığı cümleler darmadağınıktı, büyük ihtimalle hepsi silinecekti.
Ertesi gün akşam üzeri, Gan Yang JFK Havalimanı’ndan Şanghay’a giden uçağa bindi.
Uluslararası uçuşla önce Şanghay’a ulaştı, oradan aktarma yaptı ve sonra araba kiraladı. Toplamda yirmi küsur saatlik yolculuk ve üzerine bir de saat farkı eklenince, neredeyse günler geçmiş gibi hissettirdi.
Küçük şehre girince, dışarıdan gelen şoför yolu bilmediği için, Gan Yang da uzun zamandır dönmediğinden yönünü şaşırdı. Sonunda taksiden inip yerel bir taksiye bindi.
Yeni yapılan peyzaj yolundan geçerken, yol boyunca son yıllarda inşa edilen binalar sıralanıyordu: alışveriş merkezleri, ofis binaları, oteller, konut siteleri... İlk bakışta şehirleşmiş gibi görünüyordu, ama aslında çoğu hâlâ boştu. Cam cephelere kiralık ve satışa dair ilanlar yapıştırılmıştı, bazıları tozla kaplanmıştı bile.
Mesai saatinde doğrudan genel merkeze geçti. Bina önüne vardıklarında, Gan Yang Liu’ya telefon etti.
Liu telefonda sadece birkaç saniyelik bir şaşkınlık yaşadı, ardından gülümseyerek “Ben inip sana evin anahtarını vereyim.” dedi.
Bu kadar sakin tepki vermesi bile Gan Yang’a garip gelmişti.
Ama karşısında onu görünce yine de eski tanıdık haliyle karşılaştı. Liu genç yaşta evlenmişti, şimdi kırk üç yaşındaydı ama hâlâ omuz hizasında düz saçlarını bırakıyor, bol beyaz tişört, kot pantolon ve beyaz spor ayakkabılar giyiyordu. Hâlâ genç görünüyordu ve Gan Yang’a da eskisi gibi davranıyordu. Hemen sarıldı, başını ve yüzünü okşayarak “Bize haber vermeden nasıl çıkıp geldin? Yol yordu mu seni? Gözlerin kıpkırmızı olmuş...” dedi.
Gan Yang bir anda duygulandı. Artık annesinden uzun olsa da, o anda yine çocukluğuna dönmüş gibi hissetti. Neredeyse neden geldiğini bile unutmuştu. Liu anahtarı uzatıp “Hadi, eve gidip bir duş al, biraz uyu,” deyince ancak o zaman hatırlayıp sordu. “...Gan Bey de burada mı?”
Liu ona bakmadı, hiç şaşırmamış gibiydi. Sanki Gan Yang’ın neden döndüğünü çoktan anlamıştı. Kısa bir sessizlikten sonra başını sallayıp “Önce sen git dinlen, akşam hep birlikte yemeğe çıkarız.” dedi.
Gan Yang başını salladı. Artık buraya kadar gelmişken, bir saat beklemek de çok sayılmazdı.
Liu’nun “ev” diye bahsettiği yer, geçen yıl taşındıkları yeni daireydi. Genel merkezin yakınındaydı, kasabadaki en iyi konut projesinde yer alıyordu. Geniş, iki katlı bir çatı katı dairesiydi. Dekorasyon tamamlandıktan sonra Liu görüntülü aramada ona evi göstermişti. Uzun süredir eve dönmemiş olmasına rağmen, ona özel bir oda da hazırlanmıştı. Oda, dekorasyon dergilerindeki erkek çocuk odalarına benziyordu: mavi çizgili duvar kâğıdı, Amerikan tarzı meşe mobilyalar, kitaplık, çalışma masası ve duvarda çizgi film tarzı eski model arabaların yer aldığı bir tablo sıralaması vardı. Gan Yang o zaman bile gülmüştü. Büyük ihtimalle Liu’nun bunlarla uğraşacak zamanı yoktu ve her şeyi tasarımcıya bırakmıştı. Tasarımcı “oğul odası” denildiğini duyunca, kafasında on yaşındaki bir velet canlandırıp, alışılmış şablonlarla böyle bir oda tasarlamıştı.
Kendi odasına geçip bavulunu bıraktıktan sonra evi baştan sona bir daha gözden geçirdi. Özellikle ana yatak odasına dikkat etti; giyinme odasında sadece annesi Liu’nun eşyalarının olması onu biraz rahatlattı. Ama yine de annesiyle babası arasındaki şu anki durumu tam olarak kestiremiyordu.
Gerçekten de çok yorgundu. Hızlıca bir duş alıp yatağa girdi. Uyandığında hava kararmıştı bile. Kalkıp elini yüzünü yıkadı, üstünü değiştirdi ve Liu’yu aradı. Liu arabayla gelip onu aldı, birlikte eski şehir merkezine doğru yola çıktılar. Geçtikleri yer, bir zamanlar kasabanın merkeziydi; o dönemdeki büyük alışveriş merkezi artık kapalıydı, sinema ise öyle eskiydi ki hâlâ ne zamandan kaldığı bilinmeyen eski filmler gösteriliyordu. Birçok alan yıkılmış, mavi inşaat bariyerleriyle çevrilmişti. Buna rağmen sokaklar hâlâ kalabalıktı, yaya caddesi boyunca gece tezgâhları sıralanmıştı. Yeni şehir merkezine göre burası hâlâ daha canlıydı. Okuduğu ilkokul hâlâ aynı yerdeydi ama okul kapısı o kadar küçülmüş görünüyordu ki neredeyse tanıyamadı. Ortaokulun adı bile değişmişti. Arabadan indiğinde, havada eskisinden daha yoğun bir kimyasal madde kokusu vardı.
Liu’nun onu getirdiği yer, kasabanın en eski dört yıldızlı oteliydi. Yurt dışına çıkmadan önce burada yer alan yemek sokağına sık sık gelir, öğünlerini burada yerdi. Aslında sadece okula yakın olduğu için tercih ediyordu burayı. Arkadaşlarını çağırmak kolay olurdu ya da akşam etüt dersinin ortasında okulun duvarından atlayıp bir şiş kebap alır, yine aynı şekilde geri dönerdi. Liu ise her zaman büyük bir ciddiyetle buranın usta aşçısının memleket yemeklerini en iyi yapan kişi olduğunu, oğlunun da en çok buradaki yemekleri sevdiğini söylerdi.
Küçük bir kasaba işte, her yer tanıdık yüzlerle doluydu. Otelin kapısından içeri adım atar atmaz, peş peşe “Küçük yaşta evden ayrılıp büyüyünce dönen evlat” sahneleri oynanıyordu.
Hep aynı şekilde başlıyordu.
“Eeeey! Yongjuan, bu..?”
Liu gülerek cevap veriyordu. “Oğlum.”
Karşı taraf onu baştan aşağı süzüp şaşkınlıkla soruyordu. “Bu Yangyang mı?! Sokakta görsem tanıyamam vallahi!”
Liu da alçakgönüllü bir gururla açıklıyordu. “Bu yıl üniversiteden mezun oldu, yeni döndü Amerika’dan.”
Hemen ardından gelen yorum: “Artık sen de emekliliğin tadını çıkarırsın.”
Liu gülerek cevap veriyordu. “Ne gezer... Sadece beni ziyarete geldi. Finans okudu, New York’ta kendi işi var. Bizim gibi küçük yerlerin işleri ona basit gelir, birkaç güne geri dönecek zaten.”
Karşı taraf bir kez daha ona bakıyor, “Aferin, ne güzel çocuk, yakışıklı da. Kız arkadaşın var mı?” diye soruyordu.
Ganyang: ...
Karşı taraf uzaklaştığında Liu kıkırdayarak “Bunları fazla dert etme, şimdilik bu kadarıyla kurtulduk. Son yıllarda birçok kişi buranın havası kötü diye yan kasabaya taşındı.” dedi.
Ganyang sordu. “Sen niye taşınmadın?”
Liu onun başını okşayarak yanıtladı. “Herkes çocuğu için taşındı. Benim çocuğum burada değil ki, niye boşu boşuna dert edeyim? Uzakta oturursam işlerim zorlaşır.”
Ganyang gülümsedi. Bir anlığına, o tasarımcıya haksızlık ettiğini düşündü. Kaç yaşında olursa olsun, Liu’nun gözünde hâlâ ortaokuldan yeni mezun olmuş ve evden ayrılan o küçük çocuktu. Ama sonra tekrar düşündü. Belki de annesi hiç de haksız değildi. Sonuçta dışarıda yalnız başına okumuştu ama hayatı hep ailesinin desteğiyle, istediği gibi yaşamıştı. Sözde bağımsızlık dediği şey sadece bir görüntüden ibaretti.
Böyle dura dura, sohbet ede ede sonunda Çin restoranının özel bölümüne ulaştılar. İçeride, koltukta biri çoktan oturuyordu—Ganyang’ın babası, Gan Kunliang’dı.
Onu görünce Gan Kunliang gülümsedi. “Yangyang, gel bakalım, benden yarım kafa uzun mu olmuşsun?”
Gan Yang kapının ağzında öylece bir an için donakaldı. Bu söz, yıllar önce onun söylediği bir şeydi. O zamanlar ilkokula gidiyordu, boyu babasının göğsüne bile zor geliyordu. O zaman büyük bir ciddiyetle “Günün birinde senden bir kafa uzun olacağım.” demişti. Annesi o sırada gülerek, “Aman ha, o kadar uzun olma, baban kadar olman yeter.” demişti.
Bu sırada Liu araya girerek Gan Kunliang’a seslendi. “Otur hadi.”
Gan yang o zaman babasının sol elinin sürekli titrediğini ve yürürken pek rahat olmadığını fark etti.
Üçü birlikte yemeğe oturduklarında, Liu olan biteni gizlemedi; Gan Kunliang’ın hapisten çıkma sürecini baştan sona anlattı.
Zaten hapse girmeden önce de Gan Kunliang’ın diyabeti vardı. Geçen yıl cezaevinde küçük bir felç geçirmiş, ardından cezaevi hastanesine kaldırılmıştı. Yapılan muayenelerde subaraknoid kanama tespit edilmişti. Bu da adalet bakanlığının belirlediği ciddi hastalıklar kapsamına giriyordu. Dolayısıyla da tedavi için dışarı çıkma başvurusu kolaylıkla kabul edilmişti. Üstelik suçun ekonomik olması ve kalan sürenin de az kalması sebebiyle, avukatları kesin konuşmuştu: Gan Kunliang gibi bir durumda olanların tekrar cezaevine dönmesi gerekmezdi.
Ganyang babasının iş yaparken ne kadar gözü kara biri olduğunu bilirdi. Geçmişte işini büyütmüş ne kadar “efsanevi” insan varsa, çoğu bu tür radikal yöntemleri kullanan kişilerdi—bir anlık hata bile insanı batırmaya yeterdi. Babasının hapisten çıktığını daha önce Zeng Junjie’den duymuştu ve endişelerinden biri de bu sürecin yasa dışı yollarla yürütülüp yürütülmediğiydi—ya sahte belge ya da rüşvet gibi. Sonuçta annesinin bu işten etkilenmesinden korkuyordu. Şimdi tüm hikâyeyi dinleyince, işler mantıklı görünüyordu ve biraz olsun içi rahatlamıştı.
Yine de karşısındaki Gan Kunliang’ın hâli vakti yerindeydi. Rengi yerindeydi, kendi başına yaşayabiliyordu, yemek yerken çatal bıçak kullanabiliyordu. Sadece eli titriyor ve yürüyüşünde felç sonrası izler vardı. İçten içe düşünmeden edemedi: Mahkeme neden gelip kontrol etmiyor? Belki de artık tekrar hapse dönebilecek durumdadır. Bu adam içeride kalsa kendini daha güvende hissederdi.
Yorumlar
Yorum Gönder