Hidden Marriage in the Office - 75. Bölüm (Türkçe Novel)

Tu Xiaoning bir süre daha arabada tek başına oturdu, sonra kayınvalidesini ziyaret etmek için hastaneye doğru yola çıktı. Hastane otoparkına vardığında, Ji Yuheng'in arabasının zaten orada olduğunu gördü. Arabasını park ettiğinde, yan koltuk camına vuruldu. Camdan onun yüzünü görünce aşağı indi.
"Bu saate kadar neden gelmedin?" Onun bir süredir beklediği belliydi.
"Trafik sıkışıktı."
Bugün üzerine krem rengi bir triko kazak giymişti. Altında ekose mini etek ve siyah çorap vardı. Hafif esen rüzgar eteğini dalgalandırınca, eteğinin fazla açılmaması için hemen eliyle kapattı.
Ji Yuheng'in "Bu etek nereden çıktı?" dediğini duydu.
"Önceden almıştım."
"Bunu daha önce giydin mi?"
"Evet."
Onu beklemeden yürümeye başladı, ancak Ji Yuheng hemen peşine takıldı. "Bir daha diz üstü etek giyme."
Tu Xiaoning ona dönüp baktı. "Nedenmiş?"
"Bunu gerçekten soruyor musun? Hangi erkek karısının sokakta herkes tarafından böyle görülmesini ister?" (Ç.N: İşte hiçbir erkek mükemmel değildir, bu ne zaman patlayacak diyordum sonunda o geldi. İlk red flag dalgalandı....)
"Bu yüzden mi yani?"
Ji Yuheng duraksadı. "Başka neden olabilirdi ki?"
Tu Xiaoning bakışlarını ondan çekti. Sonuçta tüm erkekler az çok baskın ve kontrolcüydü, o da onlardan farklı değildi.
"Bugün de herkesin gözü senin üzerindeydi, ama ben bir şey demedim." diye karşılık verdi.
"O bir yarışmaydı, aynı şey değil."
"Nasıl değil? Ben yalnızca küçük bir müşteri yöneticisiyim, senin kadar dikkat çekecek biri değilim."
Ji Yuheng kaşlarını çattı. Tu Xiaoning ise başını eğerek devam etti. "Ayrıca, iş eteğim de diz üstü; onu da mı giymemem gerekiyor? Ben senin kişisel eşyan değilim; sana hiçbir zaman karışmadım, sen de bana karışmamalısın."
Ji Yuheng bir şey demeyince içindeki sıkıntının daha da büyüdüğünü hissetti ve adımlarını hızlandırarak yoluna devam etti.
Ama hastane odasının kapısına vardığında durdu. Ji Yuheng yaklaştığında, elini onun koluna koyup içeri girdi.
Artık rol yapmak onun için kolay hale gelmişti. İş arkadaşlarının önünde de kayınvalidesinin önünde de hemen oyuncu moduna geçebiliyordu. Kendisi de giderek sahte biri haline geliyordu.
Kayınvalidesinin yanında yine harika bir uyum içindeydiler. Kadın, aralarındaki soğukluğu fark etmemişti bile. Ji Yuheng, annesi için bir armut soyup dilimledi ve ona uzattı, ardından bir tane daha soyup Tu Xiaoning'in önüne koydu. Ancak o, almak istemedi.
"Yemeyecek misin?" diye sordu kayınvalidesi.
Tu Xiaoning, bir şey belli etmemek için mecburen elini uzatıp aldı, ama armut biraz büyük olduğu için Ji Yuheng'e döndü ve "Bunu ikiye bölersen iyi olur, hepsini bitiremem." dedi.
Ji Yuheng, meyve bıçağını bir peçeteyle silerken, "Bitiremezsen sonra bakarız." diye karşılık verdi.
Tu Xiaoning onun bilerek böyle davrandığını düşündü ve kaşlarını hafifçe çattı.
Kayınvalidesi ise gülümseyerek, "Ah, çocuklar, armut bölünmez. Armutları bölmek, ayrılığı çağırır." dedi.
Tu Xiaoning şaşkınlıkla elindeki armuta baktı ve bir süre ısırmadı.
Kayınvalidesi son zamanlarda aldığı kemoterapiler yüzünden epey acı çekiyordu. Hemşireler, onun uyku sorunu yaşadığını söylemişti. Bu yüzden, ancak kadın derin bir uykuya daldığında odadan ayrıldılar.
Koridorda yürürken yine konuşmadılar. Tu Xiaoning, temeli olmayan bir evliliğin tam olarak böyle olduğunu düşündü. Her şeyi açık açık konuşamıyor, her konuda dertleşemiyorlardı. Özellikle şu an onun gibi bir belirsizlik içinde olan biri için bu daha da zordu.
Çünkü o çok iyi biliyordu ki, Ji Yuheng her gün yanı başında olsa da; kalbi ve dünyası çok yüksekte ve çok uzaklardaydı. Ona ulaşması imkansızdı.
Asansörü beklerken telefonu çaldı. Ekrana bakınca arayanın Ling Weiyi olduğunu gördü. Onun yemek için buluşmak istediğini sandı. Tam da şu an buradan kaçmak istiyordu, bu yüzden hemen açtı.
Ancak telefonun diğer ucundan sadece hıçkırıklar yükseliyordu. Ling Weiyi, kelimeleri düzgünce bir araya getiremiyordu.
"Ne oldu sana, Ling?" diye sordu Tu Xiaoning kaşlarını çatarak.
"Xiaoning... Xiaoning... Xiaoning..." Ling Weiyi sadece hıçkıra hıçkıra ağlayıp adını tekrarlayıp duruyordu.
Tu Xiaoning telefonu sıkıca kavradı. "Ağlama, ne oldu, anlat bana!"
Konuşmasını duyan Ji Yuheng de ona dikkatlice baktı.
Ling Weiyi, nefes nefese kalmış bir şekilde, "Ben... ben... Qi Yu beni terk etti!" diye ağladı.
Tu Xiaoning bir an donup kaldı. Sonra hızla "Neredesin?" diye sordu.
"Evdeyim." Ling Weiyi hıçkırarak konuştu. "Ne yapacağım, Xiaoning? Artık hayatımda olmayacak. O olmadan yaşayamam. Artık yaşamak istemiyorum."
"Sen delirdin mi?! Bir adam yüzünden ölmek mi istiyorsun?" Tu Xiaoning endişeyle asansör düğmesine bastı. Ama asansör hala zemin kattaydı. Telaşla merdivenlere yöneldi.
Ji Yuheng hemen peşine takıldı. "Ne oluyor?"
Onunla konuşacak vakti yoktu. Telefonu sıkıca tutarak Ling Weiyi’yi sakinleştirmeye çalıştı. "Sakın aptalca bir şey yapma! Ben hemen geliyorum, bekle beni!"
Ling Weiyi gözyaşları içinde, "Ama ben sadece Qi Yu’yu istiyorum... Sadece onu istiyorum..." diye fısıldadı.
"Alo, alo?!" Telefon bir anda kapandı.
Tu Xiaoning hızla tekrar aradı ama cevap vermedi. Kalbi sıkıştı, aceleyle merdivenlerden aşağı inmeye başladı.
Ji Yuheng kolundan tuttu. "Tam olarak ne oluyor?"
Zaten gergin olan ruh hali, Ling Weiyi’nin durumu yüzünden iyice bozulmuştu. Ji Yuheng hemen yanında olmasına rağmen, ona ulaşamayacak kadar uzak hissediyordu. İçindeki tüm karmaşadan kaçmak için onun güçlü ve güvenilir omuzlarına yaslanmak istiyordu, ama buna cesaret edemedi.
Boğazı bu duygularla düğümlendi.
"Ling Weiyi aşk acısı çekiyor. Artık yaşamak istemediğini söyledi."
Ji Yuheng onun ayakta durmasına yardım etti. "Şu anda araba kullanacak durumda değilsin, seni oraya götüreceğim."
Şu an Tu Xiaoning'in zihni gerçekten o kadar karmakarışıktı ki araba kullanamazdı. Başını salladı ve o, Xiaoning'in elini tutarak aşağıya doğru yürümeye başladı. Yolda ilerlerken konuştu.
“Gerçekten ölmek isteyenler, her şeyi boş vermiş insanlardır. Gözlerini kapatır, atlar ve her şey biter. Ama o sana telefon açıp ağlayarak dert yanabiliyorsa, demek ki hâlâ tam anlamıyla kopamamış, içinde bir umut kırıntısı kalmış.”
Tu Xiaoning dayanamayıp ona bir şaplak attı. “Böyle bir durumda bile şaka yapacak hâlin var mı?”
Ji Yuheng’in adımları hâlâ sağlam ve kararlıydı. “Ben sadece bir aşk acısının intihara değecek bir şey olmadığını düşünüyorum.”
“Sen doğduğundan beri herkesin gözdesiydin, hep reddeden taraftın. O yüzden böyle bir çaresizliği anlamazsın. Sana küçük görünen bir şey, başkası için tarifsiz bir acı olabilir.”
Ji Yuheng olaylara fazlasıyla mantıklı ve soğukkanlı yaklaşan biriydi. Bazen bu özelliği, Tu Xiaoning’e onun duygusuz ve taş kalpli biri olduğunu düşündürüyordu.
Ji Yuheng daha fazla konuşmadı. Zaten bugün ne derse desin konu dönüp dolaşıp ona bağlanacak gibiydi.
Arabayı sürdü ve Ling Weiyi’nin evine vardılar. Bekledikleri gibi, gerçekten de intihara kalkışmamıştı. Kapıyı açtığında saçı darmadağınıktı, Tu Xiaoning'e sımsıkı sarılıp hıçkıra hıçkıra ağladı.
“Küçük Tu Ning Ning...”
Tu Xiaoning ona sarıldı, abla edasıyla teselli etmeye çalıştı. “Tamam, tamam, geldim. Korkma, korkma.”
Onu biraz sakinleştirdikten sonra birlikte oturma odasına geçtiler ve Tu Xiaoning olayın gelişimini genel hatlarıyla öğrendi.
Aslında her şey güzel başlamıştı. Qi Yu, G şehrindeki su işleri müdürlüğüne atanmıştı. İş durumu istikrara kavuşunca ailesi de doğal olarak evlilik meselesini gündeme getirmişti. Geçen hafta ailesi özellikle C şehrine gelip Ling Weiyi’nin ailesiyle tanışmıştı. Amaç, evliliklerini resmileştirmekti. Ne var ki, büyük bir kalabalık hâlinde gelmişlerdi—dedesi, büyükbabası, amcaları, amcaoğulları... Qi ailesindeki erkeklerin neredeyse tamamı son derece baskın karakterlerdi. Daha birkaç kelime konuşulmadan Weiyi’nin ailesi durumun farkına varmıştı: Qi ailesi, Weiyi’nin G şehrine taşınmasını istiyordu. Üstelik son derece ataerkil bir yapıları vardı, kadınların evlendikten sonra çalışmasının uygun olmadığını düşünüyorlardı. Onlara göre bir kadın evde oturmalı, kocasına destek olmalı ve çocuk yetiştirmeliydi. Hatta Weiyi’nin doğuracağı çocuğun erkek olması gerektiği gibi saçma bir beklentileri bile vardı.
Ling ailesi ticaretle uğraşıyordu ve kasabada hatırı sayılır bir saygınlığa sahipti. Tek kızları Weiyi, babası tarafından adeta bir prens gibi büyütülmüştü. Babası Bay Ling, duydukları karşısında öfkeden küplere binmişti. “Ben kızımı başımın üstünde tuttum, onu değerli bir mücevher gibi büyüttüm. Şimdi kalkıp sizin ailenize çocuk doğurma makinesi mi yapacağız? Böyle saçmalık olmaz!” diyerek masaya sert bir şekilde vurmuştu.
“Ben kızımı hep oğlan çocuğu gibi yetiştirdim. Ya Qi Yu burada kalır, benimle birlikte işin başına geçer ve Ling ailesinin tüm mirasını devralır, ya da bu iş burada biter!” diye de eklemişti.
Qi ailesi de boş durmamış “Ne? Qi Yu’yu C şehrinde tutmak mı? O, devlet kadrosuna atanmış bir memur! Gelecekte büyük işler başaracak biri! C şehrinde ticaret yaparak hayatını heba edemez.” demişti.
Bay Ling elini sertçe savurmuş. “O zaman mesele kapanmıştır. Benim kızımın talibi mi yok sanıyorsunuz? Neden illa sizin oğlunuza mahkûm olsun?”
Qi ailesi de aynı sertlikle karşılık vermiş. “Tamam, sorun değil! Bizim oğlumuzu isteyen o kadar kız var ki, sıraya girseler kuyruğun ucu görünmez. Kızınızı gözümüzde büyütmüyoruz, ayrılsınlar gitsin!”
Bay Ling elini masaya vurmuş. “Ayrılsınlar o zaman! Kim korkuyor ki?”
Qi ailesi de aynı şekilde karşılık vermiş “Ayrılsınlar!”
İki aile, çocuklarının fikirlerini bile sormadan kendi kendilerine karar alıp ilişkiyi bitirmiş. Ling Weiyi, babasına yalvararak kararından dönmesini istese de karşılında sadece suratına bir tokat yemişti. Qi Yu ise ailesi tarafından zorla orada götürülmiştü. O andan itibaren Weiyi ne yaparsa yapsın Qi Yu’ya ulaşamamış. Ta ki bugün, Qi Yu onu arayana kadar.
“Weiyi, G şehrine gelmek ister misin?” diye sormuştu Qi Yu.
Ling Weiyi başını sallayıp karşılık vermişti. “Peki, sen C şehrine dönmek ister misin?”
Qi Yu’nun cevabı kısa ve netti. “Ailemin kararına karşı gelemem. Sen G şehrine gelmek istemiyorsan, ben de C şehrine dönemem. Weiyi, biz... ayrılalım.”
Ling Weiyi gözyaşlarına boğulsa da hızlıca kabul etmişti. “Tamam.”
Telefonu kapattığında, dünyası başına yıkılmış gibi ağlamaya başlamıştı.
Ling Weiyi, anlatırken bir kez daha hıçkırıklara boğuldu. Gözleri şişmiş, iki şeftali gibi olmuştu. Tu Xiaoning ona sarıldı, içinde derin bir burukluk hissetti. Onun acısını çok iyi anlayabiliyordu çünkü bir zamanlar kendisi de benzerini yaşamıştı. Ama onun durumunda, ayrılık dış etkenler yüzünden değil, ilişkisinin kendi içinde çıkmaza girmesiyle gerçekleşmişti. Ayrıca ayrılığı teklif eden de kendisiydi. Bu yüzden, Weiyi’nin hissettiği kadar yıkıcı bir acı çekmemişti.
Aşk ile evlilik arasındaki fark tam olarak buydu. Aşkta sadece iki kişinin mutluluğu yeterliydi ama evlilik işin içine aileleri de katıyordu. İşte bu yüzden pek çok üniversite aşkı, mezuniyetle birlikte sona eriyordu. En büyük aşk bile toplumun gerçeklerine direnemiyordu. Ayrılığın ardından herkes, bir üretim bandına girmiş gibi hızla görücü usulüyle tanışıyor, “uygun” görülen biriyle aceleyle evleniyordu. Ne doğru düzgün bir tanışma süreci oluyordu ne de sağlam bir duygusal bağ kuruluyordu. Evlilikten sonra ise kişilik farklılıkları ortaya çıkıyor, saklanan kusurlar gün yüzüne çıkıyordu. Ama iş işten geçmiş oluyordu.
Bunları düşünürken farkında olmadan Ji Yuheng’e baktı. Ji Yuheng de ona bakıyordu. Gözlerini kaçırıp Ling Weiyi’yi teselli etti ve başını kaldırmadan, “Eğer işin varsa gidebilirsin. Bugün burada kalıp ona eşlik edeceğim.” dedi.
Ling Weiyi, Ji Yuheng’in orada olduğunu ancak o an fark etti. Kısık bir sesle, “Üzgünüm enişte, beni bu hâlde gördün... Bugün Xiaoning’i senden ödünç alıyorum.” dedi.
Ji Yuheng hafifçe gülümsedi. “Önemli değil, sadece kendine iyi bak.”
Burada kalmasının pek uygun olmadığını düşündü, bu yüzden ayağa kalktı. “O zaman ben önden gidiyorum.”
Tu Xiaoning başını salladı. “Tamam.”
“Arabayı burada bırakıyorum. Senin arabayı hastaneden alırım.”
Tu Xiaoning itiraz etti. “Sen al götür, ben bu gece eve dönmeyeceğim.”
Ji Yuheng bir şey demeden sessizce ayrıldı. Kapı kapandığında, Tu Xiaoning’in gözleri de kızardı.
Ji Yuheng arabasına bindi ama hemen hareket etmedi. Bir sigara yaktı. Yarısına geldiğinde telefonu titredi, mesaj gelmişti. Göz ucuyla bakıp telefonu yan koltuğa koydu.
Açık kalan ekranda mesaj net bir şekilde görünüyordu.
“Merhaba, XX Sineması’ndan hatırlatma: Rezervasyon yaptığınız iki kişilik XX filmi 10 dakika içinde başlayacaktır. Biletinizle giriş yapabilirsiniz.”
« Önceki Bölüm Sonraki Bölüm »
Yorumlar
Yorum Gönder