Hidden Marriage in the Office - 130. Bölüm (Türkçe Novel)

Geçmişe Dair Bir Hatıra
Onu bir sonraki görüşü, beden eğitimi dersindeydi. Aslında farklı saatlerde beden eğitimi dersi görüyorlardı ama o gün ders programları değişmiş ve şans eseri aynı saatte derse çıkmışlardı.
O gün, 12. sınıf mekik hareketi testi yapıyordu. Tu Xiaoning'in inanılmaz hızı kısa sürede büyük bir heyecan yarattı.
Coşkulu tezahüratlar onların 1. sınıfından öğrencilerin de dikkatini çekti.
"Nadiren bir kızın mekik hareketini bu kadar iyi yaptığını görürüz."
"Evet, geçen spor müsabakasında düşen kız değil mi o?"
"Gözlük takmadığında daha güzel görünüyor."
Ergenlik yıllarında, erkekler de artık karşı cinsle ilgilenmeye başlamıştı. Öğrenciler aralarında konuşurken, Ji Yuheng de istemeden bakışlarını o tarafa çevirdi. Onu, ilgi odağı olmuş bir şekilde gördü.
Ders bittikten sonra, Ji Yuheng arkadaşlarıyla sınıfa dönerken, Tu Xiaoning ve arkadaşları önlerinde yürüyordu. Basketbol sahasının yanından geçerken, arkadaşlarından biri yanlışlıkla bir basketbol topuyla vuruldu. O sırada, 15. sınıftan Yu Hui kibirli bir tavırla ortaya çıktı.
İki grup arasında tartışma başladı. Tu Xiaoning inatçı biriydi, hiç düşünmeden basketbol topunu geri fırlattı ve doğrudan Yu Hui'nin kafasına isabet etti.
"Vay be, Yu Hui'ye kafa tutabilecek cesareti var." diye fısıldadı bir öğrenci.
Onlar hemen oradan kaçarken, Yu Hui öfkeyle başını kaldırdı.
O anda, Ji Yuheng ve arkadaşları tam da basketbol sahasının girişine gelmişti. Ji Yuheng uzun bacağıyla kapıyı tekmeleyerek kapattı.
Yu Hui, ona bakınca daha da sinirlendi. "Ji Yuheng, yine sen!"
Basketbol sahasında onun adamları vardı ve hepsi tehditkâr bir şekilde yaklaşmaya başladı. Ancak Ji Yuheng'in arkadaşları da geri adım atmıyordu, kapının önünde onunla birlikte durdular.
Uzun zamandır birbirlerinden hoşlanmayan iki grup, bir anda karşı karşıya geldi. Bu, sadece sıradan bir okul kavgası değildi; çalışkan öğrencilerle, asi çocuklar arasındaki bir hesaplaşmaydı.
"Ne yapacaksınız, ha? Hadi, deneyin bakalım!"
Karşı taraftan birisi orta parmağını kaldırıp meydan okudu.
Gerginlik tırmandı, kavgaya ramak kalmıştı.
Ancak Ji Yuheng, her zamanki gibi soğukkanlı ve mesafeli durarak sakin bir şekilde konuştu.
"Bugün burada olay çıkaracak olan varsa, denesin bakalım."
Yu Hui’nin öfkesi daha da arttı, geçmişteki ve şimdiki tüm kinleri birleşmiş gibiydi. Kollarını kavuşturup hırsla konuştu.
"Kendini okulun kralı mı sanıyorsun? Okulda sana dokunamam ama okulun dışında kimin güçlü olduğunu görürüz. Bakalım o zaman arkadaşlarını koruyabilecek misin?"
Ji Yuheng, kalabalığın içinde kaybolan iki küçük figüre son bir bakış attı ve derin bir sesle uyardı.
"Dene bakalım."
Sonra, bir tekmeyle kapıyı açtı ve arkasına bakmadan uzaklaştı.
Onunla birlikte dövüşmeye hazır olan arkadaşları donakaldı ve hızla peşine düştü.
"Şey... Başkan, biz... dövüşmeyecek miyiz?"
Yu Hui öfkeden deliye döndü ama okul sınırları içinde ona dokunamazdı. Sadece arkasından öfkeyle bağırdı.
"Skt*r et, kim kimden korkuyor ki!"
***
Bir gün, Ji Yuheng teyzesi için eve bir şeyler götürmeye gittiğinde, ders çalışan öğrencilerin arasında Tu Xiaoning'i gördü.
O, elinde kalemiyle karmaşık sorulara bakıp sıkıntılı bir ifadeyle düşünüyordu. Ji Yuheng istemsizce teyzesi tarafından masanın üzerine bırakılmış materyalleri karıştırmaya başladı.
Teyzesi tam odadan çıkarken onu gördü. Onun deneme sınavlarına ilgi duyduğunu sanarak sordu. "Bana gelip test çözmeyeceğini söylememiş miydin?"
Ji Yuheng, teyzesinin neden geldiğini bilmediğini görünce, annesinin ona haber vermediğini anladı. Bu yüzden sadece kısa bir yanıt verdi. "Evdeki test kitaplarını bitirdim. Buradaki denemeleri çözerek vakit geçirsem de iyi olur."
Teyzesi gülümseyerek, "Birincilik alan birinin bu kadar mütevazı olmaması ilginç," dedi ve boş bir yeri işaret etti. "Oraya otur, tam da ders anlatmak üzereydim. Madem geldin, sen de dinle."
Ji Yuheng gösterilen yere oturdu. Odada, C şehrinin çeşitli ortaokullarından gelen en başarılı öğrenciler vardı. Çoğu, şehrin düzenlediği matematik olimpiyatları ve İngilizce yarışmalarına katılmış, bu süreçte birbirleriyle tanışmışlardı. Onu da takviye derslerinde görünce içlerinde hafif bir rekabet hissi uyandı. "İyi ki gelmişiz." diye düşündüler içlerinden. Herkes dışarıda çalışmadığını, test çözmediğini iddia ediyordu ama işin aslı, eğer büyük deha Ji Yuheng bile takviye dersine geliyorsa, demek ki gerçekten başarılı olmak için ekstra çalışmak şarttı.
Tu Xiaoning tek başına köşede oturuyor, sınav kağıdına boş boş bakıyordu. Sonrasında yapılan kendini tanıtma kısmında da sesi oldukça güvensiz çıkmıştı.
Birkaç deneme sınavı sonrası herkesin seviyesi ortaya çıkmıştı. Açıkça görülüyordu ki, o diğerleriyle aynı seviyede değildi; en kötü notu alması kaçınılmazdı. Ama diğer başarılı öğrenciler oldukça kibirliydi ve zamanla ona yukarıdan bakmaya başladılar. Onun gibi biri nasıl olur da onlarla aynı derse katılabilirdi? Onun varlığı seviyelerini düşürüyormuş gibi hissediyorlardı. Bu yüzden yavaş yavaş onu dışlamaya başladılar.
Bir gün İngilizce kelime yazımı testi sırasında, Tu Xiaoning silgisini unuttu. Yanındaki kişiye sessizce ödünç alıp alamayacağını sordu. Ama karşısındaki ona ters bir bakış attı, sadece vermemekle kalmayıp silgisini özellikle sakladı. Üstelik,Tu Xiaoning'in kendi yazdıklarını kopyalayacağından korkar gibi davranarak defteriyle cevaplarını kapattı.
Tu Xiaoning bir an afalladı ama başını eğerek bir şey demedi.
O sırada Ji Yuheng sınavını bitirmiş, defterini kapatarak lavaboya gitmek için kalkmıştı. Kuzeninin odasının önünden geçerken, onun içeride ders çalıştığını gördü.
Kapıyı tıklattı. Kuzeni başını kaldırıp baktı.
“Abi?”
Aralarında dört yaş fark vardı. Kuzeni şu an ilkokul beşinci sınıfa gidiyordu ve okulda hem karakteri hem de dersleriyle örnek bir öğrenciydi.
“Silgin var mı?” diye sordu Ji Yuheng.
“Var, lazım mı?” Kuzeni yanına gelip ona uzattı.
Ji Yuheng uzatılan silgiyi almadı, bakışları öğrenci grubuna kaydı. “Orada biri silgisini unuttu. Seninkini oraya koy da ödünç alsın.”
Kuzeni "Tamam." diye yanıt verdi. Yaşı küçük olsa da zeki bir çocuktu. “Ama neden kendi silgini vermiyorsun? Yoksa o kişi bir kız mı?”
Ji Yuheng sadece lavaboya doğru yürümeye devam etti, yürürken de cevap verdi. “Ben de silgimi getirmedim.”
Tu Xiaoning, bir kez daha dışlanmayı teneffüs sırasında yaşadı. O gün ayakkabılarını değiştirmek için kapının önünde çömelmişti. Birkaç erkek öğrenci onu fark etti ve ona şaka yapmak için birbirleriyle bakışarak anlaştılar.
Birlikte kapıya doğru koştular ve ona çarptılar. Tu Xiaoning dengesini kaybedip düşmemek için refleksle birinin koluna tutundu. Ama çocuk anında tiksintiyle kolunu çekti.
“Aptal, bana dokunma!”
Bu hareketle Tu Xiaoning merdivenlerden düşmek üzereydi. O sırada arkalarda, kuzeniyle birlikte duran Ji Yuheng hızla öne atılıp, onu yakaladı.
Tu Xiaoning sonunda dengesini sağlayarak dikildi ve hala şok içindeyken teşekkür etti. Saçları hafif bir nane kokusu yayıyordu, sanki Head & Shoulders şampuanı kullanmıştı.
(Çevirmen Notu: Aayyy gördünüz mü, nane takıntısı buradan geliyormuş. Yeter be aşk adammm😅)
“Önemli değil.” Ji Yuheng elini geri çekip aşağı doğru yürümeye devam etti.
“Hey! Ji Yuheng, hadi basketbol oynayalım!”
Arkalarından gelen ayak sesleri hızla yaklaştı. Az önce ona çarpan erkeklerdi. Uzun zamandır Ji Yuheng'i maça çağırıyorlardı ama o her seferinde reddetmişti. Bugün ise merdivenlerde durdu ve onlara baktı.
“Tamam.”
Erkekler heyecanlandı. Derslerde Ji Yuheng'e yetişemeseler de, onu basket sahasında yenmek büyük bir gurur kaynağı olurdu. Aynı yıl içinde C şehrinde böyle bir söylenti yayılırsa ne büyük bir prestij olurdu!
Hemen bisikletlerine atlayıp basket sahasında buluşmak üzere yola çıktılar. Ji Yuheng de bisikletinin kilidini açarken kuzeninin sesini duydu.
“Ben de geliyorum!”
Ona ters ters baktı. “Kızların basket sahasında ne işi var?”
Kuzeni doğrudan bisikletinin arkasına oturdu ve inat etti. “Ben de geleceğim!”
Ji Yuheng çaresizce onu da götürdü.
Sonucun ne olacağı belliydi. Basket sahasında Ji Yuheng onları darmadağın etti.
Çocuklar sahaya serilmişti. O ise hala top sektiriyor, devam edecekmiş gibi görünüyordu. Hepsi nefes nefese kalmıştı, pes ettiklerini göstermek için ellerini kaldırdılar. Hatta diz çöküp yalvaracak gibiydiler.
“Tamam, tamam!.. Hayır, Yuheng! Lütfen acı bize, pes ettik!”
Ancak o zaman topu bir kenara attı, alnındaki teri sildi ve sahadan ayrıldı.
Kuzeni bir yerlerden bir şişe su almış, ona uzattı. O suyu kafasına dikerken kuzeni tuhaf bir şekilde gülüyordu.
“Neye gülüyorsun?”
Kuzeni onu baştan aşağı süzdü, sonra yine gülümsedi ve yavaşça sordu.
“Abi, yoksa az önceki ablayı mı seviyorsun?”
Ji Yuheng elindeki su şişesiyle onun başına vurdu. “Saçmalama.”
Kuzeni başını ovuşturdu. “Ben anlıyorum, sen ona diğer kızlardan farklı davranıyorsun.”
Ona yan gözle baktı. “Sen ilkokul çocuğusun, ne anlarsın?”
Kuzeni yine sırıtarak, “İlkokul çocuklarını küçümseme, artık her şeyi biliyoruz.” dedi. Sonra bir kez daha ona bakıp hızla peşine takıldı. “Hey, abi! Yüzün neden kızardı?”
O günden sonra Tu Xiaoning teyzelerinin evine ders çalışmaya gitmedi. Daha sonra, bir gün teyzesi onun hâlâ derslere devam ettiğini ama başka bir yere gittiğini söyledi. İçini çekerek, “Benim ihmalkârlığım. Onun diğer çocuklar tarafından dışlandığını hiç fark etmedim. Aslında çok çalışkan bir çocuk, sınıfta da orta seviyede. Biraz daha ders çalışırsa gelişebilir. Ama sizin gibi en iyi öğrencilerle aynı ortamda olması pek mantıklı değilmiş. Babası senin eniştenle iş arkadaşı, fırsat bulursam annesiyle konuşmam lazım.” dedi.
Ji Yuheng bir şey söylemedi, ders kitabını çevirmeye devam etti. Sadece kuzeni ellerini ağzına kapatarak gizlice gülüyordu. Ama o, kuzenine sert bir bakış attı.
Daha sonra, bir gece birkaç sınıftan erkekler basketbol oynamak için buluşmuştu. O sırada sahada birkaç çocuk sohbet ediyordu.
“15. sınıftan Yu Hui bugün açıkça söyledi, geçen sefer ona basketbol topuyla vuran kızı bulup intikam alacakmış. O kız yandı.”
“Gerçekten ya! Tam da Yu Hui gibi bir serseriyi kızdırdı. Adamın hiç centilmenliği yok, kıza bile acımıyor.”
“Yu Hui çok acımasızdır, o kızı yakalarsa başına kötü bir şey gelmesin?”
“Kim bilir? Zaten başıboş biri. Geçen gün okulun üst geçidinde bir kıza ıslık çalıyordu.”
O sırada Ji Yuheng son bir üçlük attı ve sahadan çıktı.
“Devam etmeyecek misin?” diye sordu bir arkadaşı.
Başını salladı. “Evde işim var.”
Bisikletine atlayıp uzaklaştı ama eve gitmedi. Teyzesinin evinin olduğu yöne sürdü. Çünkü ders sırasında fark etmişti, Tu Xiaoning'in evi ile teyzesinin evi aynı güzergâhta bulunuyordu.
Ve gerçekten, Yu Hui’yi buldu. Ama geç kalmıştı.Tu Xiaoning çoktan yaralanmıştı.
Onun ortaya çıkışı, Yuhui’nin dikkatini yeniden dağıttı. Zaten içten içe ona karşı bir nefret besliyordu. Kız gittikten sonra, ikisi tenha bir yerde karşı karşıya gelip sağlam bir kavga etti. Bu, Ji Yuheng’in hayatında ilk kez kavga edişiydi. Yuhui’nin ona olan öfkesi derindi, darbeleri ağırdı. Ama sonunda kanayan tek kişi Yuhui oldu. Kavga sona erdiğinde, ikisi de bir sokak lambasının dibinde nefes nefese kaldı.
Yuhui, burnundan akan kanı elinin tersiyle silmeye çalıştı ama bir türlü durduramıyordu. Bir süre kanamanın durmasını bekledikten sonra Ji Yuheng’e baktı ve birden güldü. “Söylesene, sayın üstün başarılı öğrenci, sen yoksa o Tu Xiaoning’den hoşlanıyor musun? Az önce beni öldüresiye dövdün.”
Ji Yuheng dik durdu. “Saçmalama.”
Yuhui daha da emin oldu, sanki büyük bir sırrı yakalamış gibi sinsi bir gülümsemeyle ekledi. “Sonuçta sadece bir kız, öyle değil mi? Meğer senin tarzın buymuş, ha? Bunu bilseydim...”
Sözünü bitiremeden Ji Yuheng’in basketbolu bir kez daha ona çarptı. Yuhui öfkeyle bağırdı. “Senin derdin ne, ha? Yeter artık!”
Ancak Ji Yuheng’in sesi, sokak lambasının soluk sarı ışığında, yaşına göre alışılmadık derecede sert ve soğuktu. “Yuhui, eğer mezuniyete kadar burada kalmak istiyorsan, sakın bana bulaşma. Ortaokuldan atılmanın ne anlama geldiğini biliyor musun? Sen geleceğin umurunda olmayabilir ama aileni hatırla. Baban ve annen, o zamanlar disiplin kurulunun önünde nasıl da yalvarmışlardı? Onlar nasıl sözler verdiler, unuttun mu? Yoksa hatırlatayım mı?”
Bu sözler Yuhui’nin zayıf noktasına dokundu. “Sen...”
Ji Yuheng bisikletini kaldırdı. “Bundan sonra okulda biraz kendine çekidüzen ver. Bugün yaptığın şeyin kimse tarafından fark edilmediğini mi sanıyorsun? Şuna bir bak.” Başını hafifçe kaldırarak bir noktayı işaret etti.
Yuhui yukarı baktığında bir sokak lambasının altındaki güvenlik kamerasını gördü. “Ne demek istiyorsun?”
“Şunu demek istiyorum: Eğer birisi okul dışında başka öğrencilere zorbalık ettiğini ve okul başkanına saldırdığını bildirirse, okul yönetiminin bu kameraların kayıtlarını incelemesi an meselesi olur.”
Yuhui bir an dondu, ama hemen ardından durumu kavradı. “Lanet olsun, tamam, ona saldırdım, ama kavgayı ilk başlatan sendin!”
Ji Yuheng’in gözlerinde karanlık, anlaşılması zor bir bakış belirdi. “O zaman dene bakalım. Bakalım okul yönetimi benim mi, yoksa senin mi tarafını tutacak?”
Yuhui dişlerini sıktı, ona parmağını doğrultarak, “Ji Yuheng, sen gerçekten acımasız birisin!” dedi.
Ji Yuheng bisikletine bindi. “Bundan sonra sen olay çıkarmadığın sürece, biz de birbirimize karışmayız. Ama dilini tutmayı öğren. Eğer okulda duymamam gereken şeyler duyarsam, okuldan atılmanın bedelini kaldırabilir misin, iyi düşün.”
Arkasında, Yuhui’nin dişlerini sıkarak gelen sesi duyuldu. “Beni tehdit mi ediyorsun? Helal olsun sana!”
Ji Yuheng uzaklaşmadan önce son bir uyarıda bulundu. “Benim sabrımı test etme. Ben ya hiç harekete geçmem, ya da karşımdakini tamamen bitiririm. Bunu aklında tut. Söylediysem yaparım.”
Çok uzaklaşmadan önce, devrilmiş bir kanalizasyon kapağının yanında bir şey fark etti. Bisikletini durdurdu ve yere bakınca, kırılmış bir kaset gördü. Onu yerden alıp incelediğinde, kapağında üç adam ve “Thanx” yazan garip bir kelime olduğunu gördü. Büyük ihtimalle bir grup adı ve albüm ismiydi. Arkasında şu sözler yazıyordu: the 5th year to my fans—Dirge. Arkasını çevirdiğinde, toplam 12 şarkı olduğunu gördü. Sonuncusunun adı Cicada Raindi.
Bu olaydan sonra, Yuhui okulda onun önünde bir daha asla olay çıkarmadı, fazlasıyla sakinleşti ve Tu Xiaoning’i rahatsız etmeyi tamamen bıraktı. Ta ki ortaokul mezuniyetine kadar.
Lisedeyse Ji Yuheng, şehir genelinde birinci olarak en iyi lise olan C Şehri 1. Lisesi’nin özel sınıfına girdi. Bu sınıfta şehrin en parlak öğrencileri toplanmıştı, dolayısıyla akademik baskı çok daha yoğundu. O da her zamanki gibi sadece derslerine odaklandı. Ama bazen, o tamir ettirdiği kaseti çıkarıp dinlediğinde, içinde tuhaf bir huzur hissediyordu. Fakat o zamanlar, annesinin umutlarını sırtında taşıyan biri olarak, kendisini başka düşüncelerle meşgul etme lüksü yoktu. En iyi üniversiteye girmek zorundaydı, diğer her şey onun için fazlasıyla uzaktı. Bu yüzden o kız aklında belirir belirmez, hemen kendini tekrar derslerine gömüyordu.
Lise yıllarında birçok ulusal ve uluslararası yarışmaya katıldı ve üstün başarılarıyla daha ikinci sınıftayken ülkenin en iyi üniversitesi olan A Üniversitesi’ne doğrudan kabul edildi. Ama onun hedefleri bununla sınırlı değildi. Yüksek lisans, doktora ve hatta devlet bursuyla yurt dışında eğitim almayı planlıyordu. Ancak her şeyden önce, annesine en iyi hayatı sunabilecek güce ulaşmalıydı.
Üniversite yıllarında, diğer öğrenciler oyun oynayıp aşka düşerken, o kütüphanede sabahlıyordu. Birçok kız ona hislerini açıkladı, ama hepsini reddetti. Arkadaşları onu romantizme tamamen ilgisiz, yalnızca kitaplara gömülmüş biri olarak gördü. Ama o umursamıyordu. Hatta kendisini motive etmek için yurt odasının duvarına şu sözleri yapıştırmıştı:
"Eğer yarın nereye gideceğini bilmiyorsan, bugün hayattan bahsetmeye ne hakkın var?"
Annesi onun tek dayanağıydı, ona babasının veremediği her şeyi sunmalıydı.
Bir gün, WeChat aniden popüler oldu ve QQ’nun yerini aldı. Sosyal medyaya ilgisiz biri olarak, sadece hocasının isteğiyle bir hesap açtı. Profil fotoğrafı olarak bir cırcırböceği resmi seçtiğinde, arkadaşları ona yaşlı bir adam gibi göründüğünü söyledi. Ama o sadece gülümsedi. Çünkü kimse bilmese de, bu resim onun için ortaokuldaki o yazı andıyordu—onun için en özel olan yazı.
Geceleri yalnız kaldığında, o kızın görüntüsü zihnine sızıyor, onun korkusuz ifadesi gözlerinin önüne geliyordu. Bazen onun nasıl bir üniversite hayatı yaşadığını, bir sevgilisi olup olmadığını merak ediyordu. Ama hemen kendini toparlayıp içinden tekrarlıyordu. 'Kaderde varsa olur, yoksa zorlamanın anlamı yok.'
O kaset, onun bu duygularını bilen tek sırdaşıydı. Ta ki kasetler tamamen tarihe karışıp mp3 ve mp4’ler her yeri ele geçirene kadar. O, kasetini titizlikle sakladı, evindeki bir çekmeceyi ona ayırdı ve büyük bir özenle muhafaza etti. Çünkü içten içe hep bir umut taşıyordu—belki bir gün onu tekrar görebilir ve bu kaseti ona geri verebilirdi...
Yüksek lisansa başladığında, hayalini kurduğu Harvard değişim programına kabul edildi. Mezuniyet yaklaşırken, Wall Street’te staj yapmaya başladı ve orada kalıp doktora yapması neredeyse kesinleşmişti. Ancak hayat, bir kez daha onun dünyasını altüst etti.
Annesinin sağlık raporu geldi. Meme kanseri olabileceğinden şüpheleniliyordu. İleri tetkikler sonucu teşhis kesinleşti.
Annesi ona söylemek istememişti, ama teyzesi dayanamayarak ona haber verdi. O, doktora ve yurt dışı fırsatlarını düşünmeden bir kenara bıraktı ve hiç tereddüt etmeden ülkesine döndü.
Sonuçta, her şey sil baştan başlayabilirdi. Ama annesi yalnızca bir taneydi. Babasını zaten kaybetmişti, bir pişmanlık daha yaşamak istemiyordu.
Annesinin uzun sürecek kemoterapi süreci başlamıştı. Babasının eski iş arkadaşları, onun mezun olup ülkesine döndüğünü duyunca, Çin Bankacılık ve Sigorta Düzenleme Komisyonu'nda çalışması için ona bir teklif sundular. Aynı zamanda annesini rahatça ziyaret edebilmesi için esnek çalışma saatleri de vaat ettiler. Onu büyürken izlemiş olan amcalar ve teyzelerdi bunlar, geri çevirmesi zordu. Üstelik annesine daha iyi bakabilmek için esnek bir işin faydalı olacağını düşündü ve teklifi kabul etti. Aynı yıl bankacılık düzenleme sınavına da girdi ve beklendiği gibi kolayca işe alındı.
Bu iş iyi bir işti ama onun gibi genç yaşında mücadele etmek isteyen biri için fazlasıyla sıkıcı ve tekdüzeydi.
O gün yağmurluydu. Kurumun eski binası yıkılmış, yeni bina henüz tadilattaydı. Ofisleri geçici olarak DR Bankası’nın tahsis ettiği bir binaya taşınmıştı. Yağmurlu havada trafik sıkışıktı, neredeyse geç kalıyordu. DR Bankası'nın kapısından içeri adım attığında, bir siluet ansızın görüş alanına girdi. Ancak kapanmakta olan asansör kapısının ardında, siluet netleşmek yerine daha da belirsizleşti. Bir an bile düşünmeden hızlıca ileri atıldı, eliyle asansör kapısını durdurdu. Ve tam da o an, yıllar sonra tesadüfen yeniden karşılaştılar.
O, ortaokuldaki hâlinden biraz daha olgunlaşmıştı. Artık çerçeveli gözlük takmıyordu ama hâlâ gençliğinin o saf ve masum havasını taşıyordu. Yine de eskisi kadar dikkatsizdi; şemsiyesinden süzülen su damlaları, onun pantolonuna ve deri ayakkabılarına bulaşmıştı.
Yan yana durarak asansörü paylaştılar. O, asansörün düğmesine basarken hafifçe saçlarını kulağının arkasına attı. Ancak eskisi gibi saçlarından nane kokusu gelmiyordu.
“Özür dilerim,” dedi.
O ise, “Önemli değil.” diye karşılık verdi.
Tıpkı yıllar önce koridorda elini uzatıp onu çektiği zamanki gibiydi. Ama muhtemelen bunu hatırlamıyordu.
O gün ofise vardığında, uzun bir süre bilgisayarını açmadı. Sadece masasında duran deftere, güçlü ve düzenli bir el yazısıyla üç kelime yazdı.
—— Tu Xiao Ning.
Sonunda bilgisayarını açtı. Ekranında kendi WeChat profil fotoğrafı duruyordu. Pencereden dışarı bakıp dinmek üzere olan hafif yaz yağmurunu izledi ve o anda duyduğu cırcır böceklerinin sesiyle gözleri yumuşadı, kaşları gevşedi.
Tıpkı yıllar önceki o sınav salonunda olduğu gibi.
Meğer yollar dolanıp dururmuş, yine bir yaz yağmuruna çıkarmış...
Ji Yuheng tam anlamıyla ideal eş hayalisin be...
YanıtlaSil