Eat Run Love - 15. Bölüm

O gece Ding Zhitong bir rüya görmüştü.
Kendini yine Gan Yang’ın evinde, birlikte yerde uzanırken görmüştü. Rüyada zamanın akışı gerçeklikten kopuktu. Bazen Gan Yang dirseklerine yaslanmış ona gülümsüyordu, bazen de ikisi birbirine sarılmış öpüşüyordu. Rüyadaki Zhitong adeta bir seyirci gibi uzaktan izliyordu olanları. Gözlerinin önünde güneş yavaşça batıyor, gökyüzü laciverte dönüyor, pembemsi turuncu bulutlar da gittikçe soluyordu.
Aslında fiziksel anlamda hiçbir şey olmamıştı ama o his... tarif edilemeyecek kadar güçlüydü. Bu yüzden sabah uyanınca bir süre sersemlemiş şekilde yatakta kalmış, nadiren yaptığı bir şey olarak yataktan kalkmamış, telefon alarmı iki kez çaldığı hâlde yerinden kıpırdamamıştı.
Artık aralık ayı gelmişti. Bu, onun Cambridge’deki son ayıydı. Tüm dersler, sınavlar ve tez sunumları çoktan bitmişti.
Kış mezuniyet töreni Noel tatilinden hemen önce yapılacaktı. Kepini takıp diplomasını aldıktan sonra, burayı terk etmek için hazırlıklara başlayacaktı.
Sonraki yarım aylık tatil taşınma işleriyle geçecekti. Yeni yılın ardından M şirketinin on haftalık tam zamanlı eğitim programı başlıyordu. Bu süre boyunca şirketin sağladığı rezidansta kalacak ve aynı zamanda New York’ta ev arayacaktı.
Sonrasında ise, “altına hücum” yolculuğu resmen başlayacaktı.
Sanki kararını vermiş gibi gidip üçlü paket halinde bir Troy War God (prezervatif markası) aldı, her ihtimale karşı sırt çantasına attı. Sonra da kendine süslü bir edayla, “Ding Zhitong, bunu mezuniyet hediyen olarak düşün. Eğer gerçekten olursa, güzel bir anı olur. Sonunda biterse de çok üzülme.” dedi.
Yıllar sonra bir süre psikolojik danışmana gitmişti. O zamanlar aklından geçenleri anlatmıştı.
Danışman alışkındı böyle şeylere. “Gerçekten de bazı insanlar böyle yapar. Bir şeyin olup olmayacağıyla ilgili endişelenirken, onun bir an önce olmasını sağlayarak bu kaygıdan kurtulurlar.”
“Yani bu normal bir davranış mı?” diye sormuştu Ding Zhitong.
Danışman “normal” ya da “anormal” diye bir yargıya varmamıştı. Sadece şöyle demişti:
“Bu, obsesif kompulsif bozukluğun bir yansımasıdır.”
---
Bir gün daha geçmişti. Ding Zhitong yine Gan Yang’la birlikte koşuya çıkmıştı. Kalbinin deli gibi çarpmasını, nefes alışlarının aciliyetini, kaslarındaki ağrıyı, soğuk havada katlanarak artan endorfin salgısını ve sonrasında yoga matı üstünde, iki kişinin terli bedenleriyle yaptığı esneme hareketlerini seviyordu.
İlk seferin ardından bu rutin daha da tensel oldu.
Gan Yang onun ayak bileğini kavrayıp bir bacağını göğsüne doğru büküp bastırmıştı, sonra tüm bedeniyle üzerine kapanmıştı. Odanın içerisi sıcacıktı, beş kilometre koşmuşlardı ve ikisi de ter içindeydi. Terli tenleri birbirine yapışıyordu.
Ding Zhitong nefes almakta zorlanıyordu, bunun hala esneme olduğundan şüphe duyarken bir yandan da dalgasını geçti.
“Spor salonunda olsak bu resmen cinsel taciz sayılırdı!”
“Ama burası spor salonu değil...” Dudakları onunkine çok yakındı, gözleri derin ve kararlıydı. Sanki uygun bir açıyı bulursa öpecek gibiydi.
İşte o an anladı ki, bu adam da hazırdı.
Bütün bunları zaten bekliyordu ama yine de yüzü ateş gibi yanıyordu. Kalbi öyle hızlı atıyordu ki, damarlarında akan kanın sesi kulaklarında bir tren gibi uğulduyordu.
Yıllar sonraki o terapist büyük ihtimalle haklıydı. O an Ding Zhitong resmen gözünü karartmıştı. Bu yüzden ilk hareketi o yaptı, onun üstünü soymaya başladı. Gan Yang da karşılık verdi, onun tişörtünü çıkardı. Ciltleri çıplak kalmıştı. Ortam soğuk değildi ama yine de ürperiyordu. Atmosfer, sanki birazdan kavga çıkacakmış gibi gergindi. Bir anda aptallaşıp kaldı, sıradaki adımı ne yapacağını bilmiyordu. Gan Yang onun spor sütyenini çıkarmaya çalışırken onu itti, sonra da yapmacık bir olgunlukla öneride bulundu.
“Önce duş alsak olur mu?”
Çok makul bir talepti. Ama Gan Yang onun bu soğukkanlılığının arkasında bir tedirginlik olduğunu fark etmişti. Yaramaz bir niyetle onu bırakmadı, üstüne kapanıp gülmeye başladı. Omuzları sarsılıyordu gülerken. Ding Zhitong boğulacak gibi oldu, sırtına iki kere vurdu.
“Sen ciddi ciddi sabırsızlıktan sızlanacak mısın?”
“Evet evet!” diye cevap verdi o da, sonra üstünden kalktı ve onu kucaklayıp banyoya taşıdı.
İlk kez birbirlerini çıplak gördüklerinde, Ding Zhitong başlangıçta gözlerini kaçırdı. Ama sonra bir kez bakınca da bakmadan duramadı. Sekiz kişilik kürek takımında antrenman yapan biri olarak, vücudu gerçekten çok etkileyiciydi—hatta orası bile.
Sonuç olarak, onun bakışlarından utanan Gan Yang’ın yüzü kızardı. Duşun başındaki büyük başlığı açtı, tüm banyoyu buhar bastı.
Sanki tropik bir sağanakta öpüşüyorlardı. Elleriyle ve dudaklarıyla birbirlerinin bedenlerini keşfediyorlardı. Kendi bedenlerinin her noktası, karşı tarafın dokunuşunu istiyordu.
Duş jeliyle kayganlaşan tenlerinde her temas bir kıvılcım gibiydi.
Vücutlarını kurutup yatağa geçtiklerinde Gan Yang hâlâ biraz gergindi. İlk prezervatifi ters taktı, hatta beceriksizce yırtıp attı. Hemen telaşla ikinciyi açtı.
Ding Zhitong havluyu vücuduna dolamıştı, elleriyle çenesini destekleyip onu izledi.
“İstersen ben yardım edeyim mi?”
“Hayır.” dedi Gan Yang, bacaklarını açmış, başını eğmiş uğraşıyordu. “Az kaldı, hemen hallediyorum."
Son gurur kırıntısıyla yardım almayı reddetti.
Ding Zhitong bir an, 'Bu adam gerçekten biraz aptal galiba...' diye düşündü.
Ama aptallığı bile tatlıydı.
Ama iş gerçekten başladığında... her şey bambaşkaydı.
Ding Zhitong, sadece tecrübeli numarası yapıyordu ama Gan Yang da öyleydi. Eller nereye gideceğini bilmiyor, sadece içgüdüyle ve belirsiz bilgilerle hareket ediyorlardı.
Yakınlık güzel bir histi. Öpüşmek, okşamak, sürtünmek... Kaotik ama heyecanlıydı.
Ama gerçek birleşme... düşündüğü gibi değildi.
Bir anda bütün vücudu gerildi ve sırtından soğuk terler boşandı. Acıyordu ve uzun sürmedi.
Ama parmakları birbirine geçtiğinde, o, onun adem elmasının hareket ettiğini gördüğünde; o da Ding Zhitong’un kaşlarını çatıp acıya dayanan ama bir yandan da sarhoş olmuş gibi bakan yüzünü gördüğünde, kalplerinin neredeyse eridiğini hissettiler.
Zihinsel tatmin son anda taşana kadar üst üste birikti.
---
Ne zaman karanlık bastı bilmiyorlardı. Oda karanlıktı, ışıklar yanmıyordu.
Bir süre birbirlerine sarılıp yattılar.
Ding Zhitong odaya baktı. Ne bir psikopatın evi gibi fazla düzenliydi ne de rahatsız edecek kadar dağınıktı.
Her şey tam kıvamındaydı.
Rüyadaymış hissi yine geldi. Bağımlılık yaratıyor, ama bir o kadar da korkutuyordu.
Arkadan Gan Yang onu çekip kendine çevirdi. Gözlerinin içine bakarak sordu.
“Sence... nasıldı?”
Ding Zhitong cevap vermeden soruyu ona geri attı.
“Sence nasıldı?”
“Hmm.. ” diye düşündü Gan Yang, “Beklediğim gibi değildi...”
"Kötü olduğunu mu düşünüyorsun?"
"Sen iyi olduğunu mu düşünüyorsun? Ben senin beğenmemiş olmandan korkuyorum.”
“Sen... ilk kez mi yapıyorsun?” Sonunda sordu.
Gan Yang başını salladı.
Soruyu soran kendisiydi ama cevabı duyunca inanamadı.
Çünkü açık açık konuşmamış olsalar da, önceki sözlerinden onun daha önce kız arkadaşı olduğunu düşünmüştü.
Gan Yang ise gayet doğal bir şekilde, daha önce 1.5 tane kız arkadaşı olduğunu söyledi.
“1.5 mu?” Ding Zhitong yüzüstü dönüp yastığa yaslandı.
“Anlat bakalım.”
Gan Yang da anlatmaya başladı.
Bunlardan biri liseden sınıf arkadaşıydı ve tıpkı onun gibi Çin’den gelen uluslararası öğrenciydi. Aileleri yanında olmadan, yabancı bir ülkede yatılı okuyorlarmış.
İkisi de yalnızmış. 11. sınıfta birlikte olmaya başlamışlar.
“Ama siz Amerika’daydınız ya! Özgürlük, demokrasi, açıklık... Neden denemediniz ki?” Ding Zhitong şaşırmıştı.
“O zaman küçüktüm işte... Hem erkeklerin korkmadığını da düşünme.” diyerek savundu kendini Gan Yang,
“Üstelik o yıl lise3'teydik, Amerikan lisesinin en zorlu yılı! Amerikan lisesindeki en zor yıldı! İngilizce benim ana dilim değil ve Amerikan Tarihi ve İngiliz Edebiyatı beni perişan etmişti. Ekstra etkinlikler, SAT sınavı, yeşil kartım da yoktu. Ailede mezun olan kimse de yoktu. Asyalıların standart testlerde daha yüksek puan alması gerekiyor, kabul oranı da daha düşük...”
İşte böylece, eski sevgili sohbeti başarıyla bir dertleşme seansına dönüşmüştü.
“Demek senin de böyle bir dönemin olmuş ha?” diye güldü Ding Zhitong. “Peki sonra ne oldu?”
“Sonra farklı şehirlerde üniversiteye başladık, hazırlık yılının sonunda ayrıldık.” dedi Gan Yang.
“Peki o nerede okudu?” diye sordu Ding Zhitong.
“Kaliforniya’ya gitti. Şimdi arada sırada Facebook’ta birbirimizin paylaşımlarını beğeniyoruz.” Gan Yang bunu oldukça sakin ve kısa şekilde söyledi. Daha önce dediği gibi, duygusal meseleleri üçüncü kişilerle konuşmayı pek sevmiyordu.
Ding Zhitong objektif bir şekilde bunun güzel bir özellik olduğunu düşündü, ama yine de sormadan edemedi. “Peki o yarım ne oluyor?”
Gan Yang dürüstçe itiraf etti.
“İkinci sınıfta bir Amerikalı kızla çıkmıştım. İki üç ay sürdü, sonra bitti.”
“Nasıl ayrıldınız?”
“Arkadaşları ona neden benimle çıktığını sormuş. O da sadece, daha önce hiç Asyalı biriyle birlikte olmadığını, nasıl olduğunu merak ettiğini söylemiş. Bunu duyunca çok saçma geldi, ayrıldım.”
“Ne?!” diye bağırdı Ding Zhitong.
Gan Yang onun kendisi adına öfkelendiğini sanıp tam 'Aynen ya, değil mi? Resmen ırkçı! Çok terbiyesizce!' diyecekti ki, Ding Zhitong’un asıl derdinin başka olduğunu fark etti.
“Peki sen onunla birlikte olmadıysan, arkadaşları şimdi ne düşünüyordur?”
Gan Yang onun alay ettiğini anlayıp pek de umursamadı. Elleri başının arkasında, kendiyle dalga geçer gibi bir halde, “Herhalde Çinli erkeklerin yüzünü kara çıkardım.” dedi.
Ding Zhitong gülerken Gan Yang konuşmaya devam etti.
“Ben bir şey kanıtlamak istemiyorum. Eğer gerçekten hoşlanmıyorsam, henüz o noktaya gelmediysem, sırf olsun diye olması bana hiç anlamlı gelmiyor.”
Bu sözleri duyunca kalbinde bir ağırlık hissetti çünkü o da aynı şekilde düşünüyordu. Ama aralarındaki bu şey o noktaya gelmiş miydi ki? Aslında sadece bir hoşlanma ve arzu değil miydi yaşadıkları?
Gan Yang onun daha fazla düşünmesine izin vermeden aynı soruyu ona yöneltti.
“Peki ya sen?”
Ding Zhitong onun içten ve meraklı bakışlarına karşılık vererek dürüstçe yanıtladı.
“Ben de senin gibiyim.”
Bunun üzerine Gan Yang’ın yüzünde sessizce beliren bir gülümsemeye şahit oldu, sonra bir şey demeden sırtüstü uzandı.
“Ne oldu, neden gülüyorsun?” diye sordu Ding Zhitong.
“Çünkü mutlu oldum. Senin için sorun olmaz, değil mi?”
Ding Zhitong başını salladı.
“Ben de mutluyum.”
Gan Yang onu kendine çevirip yüzüne baktıktan sonra sanki her şey tamamlanmış gibi huzurla sıkıca sarıldı.
O gece yemekte, Ding Zhitong Gan Yang’a o kaktüs hikâyesini anlattı.
O zamanlar o ve eski erkek arkadaşı dördüncü sınıfa geçmiş, okul başvuruları yapıyorlardı. Carrefour’da beş liraya saksıda sarmaşık görmüştü; uzun ömürlüydü, anlamı da güzeldi. Alıp hediye etmişti. Karşılığında ise eski sevgilisi ona bir kaktüs vermişti. O da birkaç liraydı, muhtemelen daha da dayanıklıydı.
Aslında hediye almadan önce ne alacaklarını bilmiyorlardı, bu yüzden bu karşılıklı saksı alma durumu, iki cimrinin “kalpten kalbe bir bağ kurması” gibiydi. Ama Ding Zhitong o kaktüsü hiç sevmemişti ve sonunda fazla sulanmadığı için kaktüs susuzluktan ölmüştü.
Bunun lafını etmemesi gerektiğini biliyordu, tıpkı yatakta eski sevgililerden söz etmemenin doğru olduğunu bildiği gibi. Çünkü Song Mingmei bir zamanlar bu konuyu onunla tartışmıştı.
“Eski sevgiliden bahsetmek için en doğru zaman ne zaman biliyor musun?”
Bunun retorik bir soru olduğunu anladı ve işbirliği yaparak, "Ne zaman?" diye sordu.
“Hiçbir zaman.” demişti Song Mingmei.
Ama o, ikisinin fiziksel olarak yakınlaştığı günün akşamında gidip bu tehlikeli konuyu açmıştı.
Aslında, Gan Yang ona kendi yetiştirdiği domates ve yeşillikleri gösterdiğinde bu hikâyeyi anlatmayı aklından geçirmişti.
Zaman geçtikten sonra Ding Zhitong o günleri tekrar düşündüğünde; bunu bir anlık düşüncesizlikle ağzından kaçırmadığını, aksine içinde az da olsa bilerek yaptığı bir sabotaj niyeti olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştı.
Dünyadaki çoğu insan sevgiye layık olmadığına inanıyordu. Hem sevilmeyi hak etmezler hem de başkasını sevmeye pek yanaşmazlardı.
Tıpkı onun kuruttuğu o kaktüs gibi; gevşek, sönmüş bir şey gibi, önceki ilişkisinden aklında kalan son iz buydu.
Eski sevgilisine kızgın değildi. Çünkü kendini de tanıyordu: O da aynı şekilde pinti, kendini zor açan biriydi.
Ama Gan Yang öyle değildi. Onu daha yakından tanıdıkça ne kadar sevilesi biri olduğunu, verdiği emeği ve sevgiyi hiç esirgemediğini fark etmişti. Ve böyle birinin kiminle birlikte olursa olsun mutlu olacağına inanıyordu.
Kendisi ise sadece şanslıydı, doğru zamanda onun karşısına çıkmıştı.
Sabotage: kasıtlı olarak sabote etmek.
Jeopardize: tehlikeye atmak.
Ne zaman o günü hatırlasa, GRE’ye hazırlanırken ezberlediği bu iki kelime gelirdi aklına.
Çünkü o ilişkinin daha en başında, uzun sürmesi için bir plan yapmamıştı. Hatta içinde küçük bir “bitirme niyeti” bile vardı.
Ama Gan Yang’ın o zamanki tepkisi, bildiği tüm “ilişki teorilerini” altüst etmişti.
Ona bir saksı sarmaşık verdiğini söylediğinde, Gan Yang sadece, “Sonra?” diye sormuştu.
“Sonra, o bana bir kaktüs verdi.”
“Bu tamamen tesadüfi miydi?”
“Ne?” Ding Zhitong ne demek istediğini anlayamamıştı.
“Yani, ikiniz de saksı çiçekleri almayı kendi kendinize mi seçtiniz?”
Ding Zhitong hâlâ neye vardığını anlayamamıştı.
“Seninle çok benziyoruz. Psikolojik testleri bile iki kez yapanlardanız. Yeni yılda ne alacağını bana söyleme, ben de tesadüfen aynısını alayım.”
İşte böylece, o gece tatsız sahneler yaşanmadı.
Ne detaylara girildi ne karşılaştırmalar yapıldı ne de “neden ayrıldınız”, “hala görüşüyor musunuz” gibi can sıkıcı sorular geldi.
Ama bu konuşma sayesinde, Ding Zhitong bir ortak noktalarını daha fark etti: ikisi de eski sevgililerinden uzak mesafe nedeniyle ayrılmıştı.
Muhtemelen bu karakterleriyle ilgiliydi. Uzun mesafe ilişkiye tahammül edebilen tipler değillerdi.
Ve bununla birlikte, yine o kaçınılmaz düşüncelere döndü: Çok yakında buradan ayrılacaktı. Gan Yang ise seneye mezun olacaktı. Peki sonra ne olacaktı? Bu konuyu hiç konuşmamışlardı.
Yorumlar
Yorum Gönder