Marriage of Convenience - 2. Bölüm (Türkçe Novel)


Bianca şüphesiz ölmüştü. Manastırın soğuk taş zemininde diz çökmüş, boğazından sık sık öksürükler kaçarken bile dua ettiği an, sanki birkaç dakika önce olmuş gibi zihninde hala tazeydi.

“Lütfen Tanrım, bana acı ve bir şans daha ver. Yetersiz kaldığımı biliyorum. Gençtim ve sayısız hata yaptım. Bir daha böyle aptalca kararlar vermeyeceğime ve dürüst bir hayat yaşayacağıma söz veriyorum... Bu şekilde ölmek istemiyorum...”

Ölüm kapısının eşiğindeyken Bianca’nın gözleri yaşlarla doldu. Onu manastırın soğuk ve sert zeminine atanların alaycı sesleri kulaklarında çınlayıp duruyordu. Bianca’nın eskisinden daha içten dua ederek bastırmaya çalıştığı sesler...

Ancak Bianca Tanrı’nın onun dualarını dinleyeceğine inanmıyordu. Eğer Tanrı onu gerçekten dinliyor olsaydı, hayatı boyunca yanlış seçimler yapmadan önce kendini belli eder ve ona doğru yolda rehberlik ederdi.

Hasta bedeni daha fazla dayanamadı. Gevşedi, gücünü kaybetti ve gözleri yavaş yavaş kapanmaya başladı. Bianca sonunda kendini daha fazla taşımayarak olduğu yere yığıldı.

Yere yığılmış bedenini taş zeminden kaldıracak enerjisi yoktu. Kalan gücünü kullanarak bakışlarını tanrıça heykeline dikti. Bianca bulanık görüşüyle heykelin yüzündeki erdemli hatları zar zor seçebiliyordu. Bu yüz neredeyse ona dileğini yerine getireceğini söylüyor gibiydi.

Ayrılmış kuru dudaklarından belli belirsiz acı bir kahkaha kaçtı. Son anlarında bile umuda tutunduğu için kendini acınası buluyordu. Bianca gözlerini kapattı, ağzının uçları hala kendini küçümseyen bir gülümsemeyle kıvrılmıştı, onları bir daha asla açamayacağına inanıyordu.

Ancak, Bianca sonunda kıpırdanmaya başladı.

Uyandığında genç haline geri dönmüş olduğunu gördü.

Akciğer hastalığından ölmek üzereyken soğuk bir taş zemin üzerinde Tanrı’ya seslenen 38 yaşındaki kadın hiçbir yerde bulunamadı.

Bianca gözlerini açtığında kendini Arno kalesindeki odasında buldu. Duvardaki Arno ailesinin armasıyla işlenmiş desenler, odasının düzeni... Her şey geçmişte olduğu gibiydi. Bu da Bianca’nın başının zonklamasına neden oldu.

Bu bir rüya mıydı? Yoksa bu, cennetin kapılarını açmadan önceki son halüsinasyon muydu?

Durumdan emin olamayan Bianca kendini odasına kapattı. Gözlerini kapatıp tekrar açsa manastırın soğuk zemininde acınası bir şekilde yayılmış cansız bedenini kolayca görecekmiş gibi hissediyordu. O yere asla geri dönmek istemiyordu.

İlk gün Bianca battaniyesinin dışına adım atmadı. Tüm vücudu korkudan sürekli titriyordu. İkinci gün, gördüğü her şeyi fırlatıp kırarak odasının altını üstüne getirdi. Tüm değerli eşyaları sandıklarından çıkardı ve dağınık bir şekilde yere saçtı.

Üçüncü gün avazı çıktığı kadar bağırdı.

Dördüncü gün ise sürekli olarak hizmetçilerini azarladı ve onlara getirttiği sonsuz miktardaki yemeği acımasızca mideye indirdi.

Bianca’nın tuhaf davranışları devam etse de kimse onu dikkate almadı. Hepsi bunun sadece tembel ve huysuz madamlarının geçici kaprislerinden biri olduğunu düşündü.

Evin hanımı olmasına rağmen Bianca, kocası Zachary’e destekleyici bir eş olmak da dahil olmak üzere böyle bir pozisyonun getirdiği hiçbir görev veya sorumluluğu yerine getirtmek için çaba sarf etmedi. İlgi duyduğu şeyler odasını dekore etmek, önemsiz hobilere katılmak ve lüks eşyalar seçmekti.

Bu nedenle, Arno kalesinde kim ona karşı bir sevgi beslemek şöyle dursun, ikinci bir bakış atma zahmetine katlanırdı ki? Ona hala asgari düzeyde saygı göstermelerinin tek nedeni Blanchefort ailesini düşünmeleriydi.

Bianca sessizce, “İmkanı yok.” diye mırıldandı.

Şu anki görünümü odasını yansıtıyordu. Her ikisi de günlerce süren öfkeden dolayı harabeye dönmüştü. Kırmızımsı kahverengi saçları deli bir kadın gibi dağınık, açık yeşil gözleri ise durgun ve soğuktu. Sadece bir udun tellerini tıngırdatmaya, nakış işlemeyi öğrenmeye ya da bir kitabın sayfalarını çevirmeye alışkın olan parmaklarındaki tırnaklar, son birkaç gündür bir şeyleri fırlatıp dağıtmaktan yontulmuş ve kırılmıştı.

Yine de 38 yaşında soğuktan donduğu zamankinden çok daha temiz ve derli topluydular. Bianca eteğinin uçlarını kavradı. Manastırda yaşarken giydiği kıyafetlerin pürüzlü kumaşının aksine, şimdi giydiği etek pürüzsüzdü.

Yorgun bakışlarını şöminenin üstündeki tanrıça heykeline çevirdi. Heykel fildişinden oyulmuştu ve Bianca’nın çeyizinin bir parçası olarak getirdiği değerli bir eşyaydı. Tabii ki, onu manastırdan kovan aynı kötü insanlar tarafından çalınmıştı...

Ölürken gördüğü mermerden yapılmış tanrıça heykelindeki belli belirsiz gülümseme, şimdi şöminenin üzerinde gördüğü fildişi heykelle örtüşüyordu.

Bu ne bir rüya ne de bir halüsinasyondu. Bu açlık hissi, yorgunluk, etrafındaki her şeyin canlılık hissi...

Bunların hepsi gerçekti.

“Bu sahiden gerçek mi?”

Dudaklarından içi boş bir kahkaha kaçtı. Vücudu yorgunluktan bitap düşmüştü. Sesi bitkin geliyordu ve bir yığın düşünce karmakarışık olan kafasını istila ederek ağırlaşmasına neden oldu.

Beynini ne kadar zorlasa da bir cevap bulamadı.

Eğer bu sahiden gerçekse, o zaman hayatı boyunca karşılaştığı tüm o deneyimler ne olacaktı?

Öldüğü ana kadar yaşadığı her şey sadece talihsiz rüya mıydı?

Ama hayatının aşkı tarafından ihanete uğramanın verdiği acı, tekmelenip yere atılmanın yarattığı çaresizlik bir rüya sayılamayacak kadar gerçekti. Kalbiyle oynayan adamı düşünmek bile bir öfke dalgasını tetikliyordu.

Bu duyguların sadece bir rüyadan kaynaklanması imkansızdı.

Eğer acınası son anları gerçekse ve burada olmak -mükemmel bir şekilde iyi olmak- da gerçekse...

O zaman bu geçmişe döndüğü anlamına mı geliyordu?

“Gerçekten geçmişe mi yolculuk ettim?” Bianca’nın sesi boğuklaştı ve odanın içinde sessizce yankılandı.

Eğer bu sahiden gerçekse... Eğer Tanrı ona gerçekten değerli bir şans daha tanıdıysa!..

Gerçeği geç de olsa kabul eden Bianca ayağa kalktı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Kederli hıçkırıklar boğazından kaçarken sesi yaralı bir canavar gibi çıkıyordu. Yanakları gözyaşlarıyla ıslanmıştı ama yine de yüzünde yaşamak için bir şans daha verilmesinden kaynaklanan bir sevinç havası vardı.



•••



Bianca içinde tuttuğu tüm duyguları dışarı vurduktan sonra kendini toparladı ve yüz ifadelerini düzeltti. Duygularına yeterince kapılmasına izin vermişti.

Şimdi içinde bulunduğu durumu mantıklı bir şekilde anlamlandırmaya odaklanmıştı ama böyle bir mucizenin kendisine nasıl bahşedildiği konusunda hiçbir fikri olmadığını fark etti. Elbette Bianca son anlarında umutsuzca böyle bir mucize dilemişti ama bu tek başına mucizenin gerçekleşmesi için yeterli değildi, değil mi?

Bianca hayatının son döneminde manastıra katılmış olmasına rağmen pek de sadık bir dindar sayılmazdı. Manastıra atılmasının nedeni aşağı yukarı başka hiçbir yerin onu kabul etmemesiydi. Sadece çeyizi ve kişisel varlıkları çalınmakla kalmamış, aynı zamanda bir ilişkisi olduğu için ahlaksız bir kadın olarak etiketlenmişti. Bu nedenle, kimse tarafından hoş karşılanmaması şaşırtıcı değildi.

Onu kabul eden manastır ona dua etmesini ve günahları için tövbe etmesini söyledi. Ancak Bianca -kendi isteğiyle değil, böyle bir yere kovulduğu için- sadece Tanrı’ya karşı nefret duyguları besliyordu. Ama hayatıyla ilgili tek pişmanlığı olduğu için bu beklenen bir şeydi. Kendisine böylesine zor bir hayat verdiği için Tanrı’dan nefret ediyor ve ona içerliyordu.

Ancak manastıra katıldıktan 15 yıl sonra, hayatının sonuna yaklaştığında günahları için tövbe etmeye başladı. Yine de kendisi gibi saygısız bir kadına bir mucize bahşedileceğini düşünmek... Bunun cevabını nasıl bilebilirdi ki?

Bianca aynadaki yansımasına baktı. Ona bakan figür artık bir ceset gibi mavi değildi. Onun yerine teni keçi sütü gibi beyaz ve yumuşak görünüyordu. İnce, minicik tüyler yumuşak yanaklarını kaplıyor, yumuşak şeftali gibi görünmelerini sağlıyordu; bu da şimdiki gençliğinin bir kanıtıydı.

Ama katıksız bir saflık yerine kusursuz yüz hatları korku, endişe ve gelecekle ilgili güvensizlikle boyanmıştı.

Bianca koltuk başlığına yaslanmış, gözlerini boşluğa dikmişti. Yedi yaşındayken babası aniden evlilik haberini vermiş ve Bianca’nın hemen gözyaşlarına boğulmasına neden olmuştu.

“Bianca, doğruyu söylemek gerekirse senin evliliğini planlamaktan yeni döndüm.”

O gün ona çikolatalı pasta verilmişti. Sadece pasta bile masum Bianca’yı mutlu etmişti. Çünkü böyle bir şeyi yemesine pek sık izin verilmezdi. Babası onu bolca tatlıyla yatıştırdıktan sonra sözlerini balla kaplayarak evliliğin tüm avantajlarını anlatmaya devam etmişti. Tüm bunlar Bianca’nın koridorda hiçbir şikayette bulunmadan tek başına yürümesini sağlamak içindi.

“Adayın adı Zachary de Arno. Kısa süre önce ‘Baron’ ünvanını aldı. Henüz bana bir cevap vermemiş olsa da, reddedeceğini sanmıyorum.”

Babasının sesi çikolata gibi tatlıydı ama o sırada yediği çikolatalı kekin tadının tuhaf bir şekilde kuru çamura benzediğini hatırladı. Belki de içgüdüsel olarak sonunda yaşayacağı çalkantılı evlilik hayatı konusunda kendini uyarmaya çalışıyordu. Yine de Bianca evliliğin sonunun böyle olacağını asla tahmin edemezdi.

Bunu tahmin edebilseydi bile, bu hiçbir şeyi değiştirmezdi. Bir çocuğun evlilik de dahil olmak üzere babasının idaresine uymaktan başka seçeneği yoktu. Bir çocuk, geçerli bir nedeni olsa bile teklifi reddettiğini söyleyemezdi. Bianca’ya gelince, genç yaşı onu bir nedeni olsa bile ifade edemeyeceği bir konuma sokuyordu. Tabii ki yalnız değildi. Bianca’nınki gibi vakalar büyük çoğunluktaydı.

Yorumlar