MEŞE AĞACININ ALTINDA 2. KİTAP - 171. Bölüm (UNDER THE OAK TREE)


Sokaklarda rengarenk çadırlar dizilmişti ve yüzlerce at, derenin yanında doymak bilmeden su içerek birbirine yakın duruyordu.

Max darmadağın meydanı geçti ve askerlerle dolu bir binaya yaklaştı. Tüccarların yiyecek almak için toplanma yeri olarak kullanılmış olabileceği büyük bir taş binanın önünde yüzlerce asker sıraya girmişti. Bazıları onu tanıdı ve kibarca selamladı.

Max gülümseyerek cevap verdi ve ardından Riftan'ı bulmak için etrafına bakındı. Remdragon Şövalyeleri’nin üniformalarını giyen bazı genç adamlar gözüne çarpıyordu ama yüksek rütbeli şövalyeleri hiçbir yerde göremedi. ‘Belki de hâlâ canavarları temizliyordur.’

Max, tam olarak durumu öğrenmek için şehrin dış mahallelerine ilerledi. Yüzlerce kışlanın sıralandığı sokaklardan geçip kapıya yaklaştığında siperlerde nöbet tutan askerler gördü. Cüppesine işlenmiş amblemlere bakılırsa, bunlar Dristan'ın askerleri gibi görünüyordu.

Onları dikkatle izleyen Max, doğu kapısına yöneldi. Bir süre mazgallı siperler boyunca ilerledikten sonra, Whedon bayraklarının asıldığı bir dizi çadır gördü. Max temkinli bir şekilde önlerine geçti ve kamp ateşinin etrafında oturan askerlerle konuştu.

“Acaba... Lord Calypse'in nerede olduğunu bilen var mı?”

Kahvaltılarının tadını çıkaran askerler aynı anda başlarını kaldırdılar. Aralarında tanıdık bir yüz gören Max'in gözleri büyüdü.

“Lord Laxion!”

"Uzun zaman oldu, Bayan Calypse.”

Gabel, giydiği başlığı çıkardı ve onu neşeyle selamladı. Şövalyenin koyu kahverengi gözleri ışıkta hafifçe parladı.

Endişeli gözlerle ona bakarak konuştu.

“Pek çok zorluktan geçtiğini duydum. Bir yerin incindi mi?”

"G-gördüğünüz gibi oldukça iyiyim." 

“Sör Laxion buraya nasıl geldi? Ya Anatol...?”


“Anatol hakkında endişelenecek bir şeyi yok. Güvenlik güçlerinden Sör Lobar sorumlu, Sör Nirta ve Sör Cebrik da hala oradalar."

Şövalye hafifçe omuz silkti.

“Bir ticaret anlaşmazlığını halletmek için Balto'daydım. Orada Lobar ve Livakion'u buldum ve birlikte güneye indik.”

“Bu süre boyunca çok meşgul olmuş olmalısın.”

“Hanımefendi kadar değil.”

Gabel'in dudaklarında haylaz bir gülümseme belirdi.

“Son üç yıldır tek yaptığım maden işletmek, tüccarlar ve soylularla pazarlık yapmaktı.”

Max beceriksizce gözlerini devirdi. Uslin gibi açıkça şikayet etmese de Gabel, mülkün idaresi kendisine emanet edildiği için oldukça kızgın görünüyordu. 

Max, sanki Riftan'ı savunur gibi, “R-Riftanın da elinden bir şey gelmezdi. Pamela Platosu’ndan döner dönmez sefer emri geldi...” dedi.

“Bunun kaçınılmaz olduğunu biliyorum.” dedi Gabel, alaycı bir gülümsemeyle.

“Sadece bir kez şikayet ettim. Meslektaşlarım birkaç kez savaşa giderken yalnız kalmak pek hoş değil.”

Max söyleyecek bir şey bulamayarak beceriksizce gözlerini yere indirdi. Her ne kadar hafif bir tavır sergiliyor olsa da, moralinin bozuk olduğu belliydi. Ölenler arasında belki bir yakını vardır diye düşündü. Onu gözlemleyen Max konuyu biraz değiştirdi.

“Riftan'ın nerede olduğunu biliyor musun? Bessmore Kalesi'ne girdiğimden beri yüzünü görmedim...”

“Kaptan, canavarların karşı saldırısına hazırlanmak için şehrin dışında kamp kurmuştu. Yukarıya çıkarsanız görebilirsiniz.”

Gabel, binanın hemen yanındaki gözetleme kulesini işaret etti. Max, siperlerin yan tarafına inşa edilmiş bir merdivenle hemen kuleye tırmandı. Kale kulesinin içi yakacak odun kokan bayat havayla doluydu.

Max yanan fenerin etrafından dolandı ve kemerli pencereye yaklaştı. Sonra panjurları sonuna kadar açıp, gri gökyüzüne ve parlak beyaz tarlalara baktı. Kapıların çevresinde binlerce asker kamp kurmuştu. Kalabalığın içinde Riftan'ı arayan Max kısa sürede vazgeçip tepeye baktı.

Savaş alanında ejderlerin cesetleri ve şehre getirilmemiş kuşatma silahları başıboş bırakılmıştı. O çılgın savaşın izlerine bakarken, vücuduna hafif bir titreme gibi bir şey girdi.

‘Gerçekten bitti.’

Diğer taraftaki pencereden, şehrin merkezinden bir mızrak gibi yükselen Büyük Mabet’in kulesine baktı. Şimdiye kadar, rahipler bariyeri eski haline getirmeyi bitirmiş olmalıydı. Pamela platosundaki canavarlar sürülmüş, ejderhanın yeniden doğuşu önlenmişti.

Max omuzlarındaki ağırlığın kalktığını hissederek yavaşça döndü. Sonra karanlıkta korkunç derecede yumuşak bir ses duyuldu.

“Buradayım…”

Max’in omuzları titredi. Karanlık merdivenlerin girişinde Riftan bir gölge gibi sessiz kaldı. Yavaşça yaklaştı ve hafifçe söylendi.

"Benimle bir dakika özel görüşme yapmak ister misin, büyücü?"

“Özel görüşme mi?”

Max istemsizce bir adım geri çekildi ve garip bir şekilde gülümsedi. Riftan sakin gözlerle onun yüzüne baktı ve şöminenin kenarına bir sandalye çekerek sessizce konuştu.

“Yorgun görünüyorsun, buraya otur.”

“İyiyim...”

“Otur.”

Max hızla oturdu. Riftan kendine de bir sandalye çekip oturdu. Kemerinden gümüş bir matara çıkarıp ona bir kadeh şarap doldurdu. Şarabı alıp bakan Max ısrarlı bakışlara dayanamayıp hemen şarabı içti.
Boğucu sessizliğin akıp gitmesi için geçen süreden sonra, Riftan sonunda ağzını açtı.

“Maximilian Calypse, komutanınız kim?”

“Bu, her şeyden önce, Ruth Serbel değil mi? Ruth, büyücüler arasındaki rütbe açısından komutan oluyor.

Riftan iki eliyle yanaklarını çekiştirirken Max durmak zorunda kaldı. Yanaklarını gerip kirpi balığı gibi sıktı ve ürkütücü derecede yumuşak bir sesle konuştu.

“Aklında sıkıca tut. Ben senin üst düzey komutanınım.”

Onun öfkesini uyandırmak istemeyen Max itaatkar bir şekilde başını salladı. Ancak Riftan özel görüşmelerini burada bitirmeye niyetli görünmüyordu. Yüzünü burnunun önüne getirdi ve yüksek sesle konuştu.

"Şimdi, o zaman, büyücümün neden komutanının arka birlikleri koruması emrine karşı gelerek şehre girdiğini açıklamak ister misin?”

“S-Sör Leon benden büyücünün yerini bulmamı istedi... Ah, başka çarem yoktu! Dulluhan'ın saldırmasını engellemek istiyorduk ve onları yöneten büyücüyü bulup ortadan kaldırmak en hızlı yoldu.”

"Bu yüzden mi körlemesine canavarlar şehrine gizlice girdin?"

Riftan'ın sesi daha da alçaldı. Sanki çığlık atacakmış gibi, kalbi hızla atıyordu, sonra gözlerini sımsıkı kapattı ve tavana baktı. Max ona endişeyle baktı. Bağırsa daha çok rahatlayacak gibiydi. Dışa dönük öfkesini bastırıyorsa da uzun süredir ağzını kapalı tutan Riftan, sakin bir sesle konuştu.

"Pervasızca bir şey yapmama sözünü tutmaya istekli değil misin?"

“Hey! Bu sefer Sör Leon beni onuru pahasına koruyacağına söz vermeseydi işbirliği yapmazdım.”

Max'in yüzünde muzip bir ifade var. Ancak Riftan'ın yüzü daha da soğudu. Boğuk, ürkütücü derecede alçak bir sesle konuştu.

“Görünüşe göre ona çok güveniyorsun.”

“Sör Leon, Yedi Krallık'taki en iyi şövalyelerden biridir, böyle biri kendi onuru için verdiği sözü yerine getiremeyecekse neye güvenebilirim? Güvenliğimi sağlamak ve düşmanları yenmek için elimden gelenin en iyisini yaptım.”

Max kendini beğenmiş bir şekilde başını kaldırdı. Bir anlık ağır bir sessizlik oldu. Sadece yanan odunun sesi duyuluyordu. Ona otoriter gözlerle bakan Riftan dişlerini gıcırdattı ve konuştu.

“O adam, Büyük Haçlı Seferi'nde büyülü ejderha taşını kaybettiği gerçeğini saklarken, Kule'deki büyücüleri kullandı. Ona hala hayatını riske atacak kadar güvendiğini mi söylüyorsun?”

“Ş-şey…”

Max'in dili tutulmuştu ve ağzını kapalı tuttu. Riftan oturduğu yerden fırladı.

“Harika. Doğrudan Kutsal Kılıç’la konuşalım.”

Sonra merdivenlere döndü. Max korkup peşinden koştu.

“Neden bahsediyorsun?”

“Karıma bir daha bulaşırsa boynunu kıracağım konusunda onu uyaracağım. Bir sorun mu var?”

Max sesini yükseltti, yüzü utançtan kızarmıştı.

“O zaman gerçekten gitmene izin vermeyeceğim! Sadece büyü becerilerimi öv! Benimle kişisel bir ilgisi yok!”

Riftan yüksek sesle homurdandı. Max iliklerine kadar öfkelendi ve yumruğunu onun sırtına indirdi.

“Ne, bu homurdanma da ne? Yeteneklerimi görmezden mi geliyorsun?”

“Becerilerini görmezden gelmiyorum.”

Kollarından tutarak konuştu.

“Ama Ruth’un, neden seni tekrar tekrar tehlikeye attığını anlamıyorum.”

“Ah, beni görmezden geliyorsun! Elbette yeteneklerimin Ruth'unkinden çok daha düşük olduğu doğru ama... sadece bazı bölgelerde..."

Hararetli bir tonda konuşan Max konuşmayı bıraktı. Aniden hava titredi ve omurgasını ürperten soğuk bir rüzgar esti. Ani soğukta yanan fener ateşinin alevleri bile maviye döndü. Sanki dünyadaki tüm ısı bir yere çekilmiş gibiydi.

Riftan sert bir yüz ifadesiyle pencereye doğru yürüdü. O anda, uzaktan keskin, tiz bir çığlık duyuldu. Uzaklardan, ağır ağır yankılanıyormuş gibi görünen zayıf bir sesti.

Max pencereden dışarı baktı, solgun ve yorgundu. Kara bulutlarla dolu gökten gümüşi beyaz bir kırağı yağmaya başladı. Max, beyaz perdenin ardından Lexos Dağları'nın soluk tepelerine baktı ve ağzını kapalı tuttu. Büyük Haçlı Seferi'nde karşılaştığı garip canavarın sesi kulaklarımda çınlıyordu sanki.

“Geç kaldınız...”

Yorumlar

  1. Nolur bir bölüm daha en heyecanlı yerinde bitti yine çeviri için teşekkürler

    YanıtlaSil
  2. Her yeni bölümde heyecanım tavan yapıyor resmen. Çeviri için çok teşekkür ederim

    YanıtlaSil
  3. Cok tesekkurler😍 ejderha uyandi sanirim göster kendini maxi kurtar dünyayı

    YanıtlaSil
  4. Tesekkurler ispanyolca bölümler geldi mi yenileri

    YanıtlaSil
  5. Etilen kalesindeki riftanın bakış açısından sanırım 2 yeni bölüm yayınlanmış onu da çevirecek misiniz?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bende cok merak ediyorum ins cevrilir

      Sil
  6. Çok güzeldi, çok teşekkürler çeviri için🤍🌺

    YanıtlaSil
  7. Ellerine sağlık 🥰🥰

    YanıtlaSil
  8. Elinize emeğinize sağlık çok teşekkürler 💓🥰

    YanıtlaSil
  9. Büyücü mü ? Ya çok heyecanlı bi yerde bitti😞

    YanıtlaSil
  10. Noluyor yine ya

    YanıtlaSil
  11. Ya bu şaka mıdır? 190 lı bölümlerde kitap bitti final dediler biz sona geldik hala saçma sapan savaştayız yeter ama

    YanıtlaSil

Yorum Gönder