MEŞE AĞACININ ALTINDA 2. KİTAP - 140. Bölüm (UNDER THE OAK TREE)
“Binicilik becerilerimi epeyce geliştirdiğim için beni tebrik etmiştin.”
O günün anılarını düşünen Max gururla konuştu. Riftan tek kaşını kaldırıp bilmiyormuş numarası yaptı.
“O kısmı hatırlamıyorum…”
Dirseğiyle karnına vurunca, Riftan canı yanmış gibi yaptı ve kahkahayla karışık bir öksürük çıkardı. Max ona sinir bozucuymuş gibi baktıktan sonra hızla gülümsedi. Ne zaman onunla böyle dalga geçse, kalbi sevinçle eriyordu.
“Göl kenarında at sürdük... Bana paralı asker olarak geçirdiğin zamanın anılarını ve nasıl şövalye olduğunu anlattın. O gün ben... dışarıda bilmediğim bir dünya olduğunu fark ettim.” beline uzanan güçlü kolunu şefkatle okşayarak ona fısıldadı.
Riftan’ı Croix Kalesi’nde beklediği zamanı hatırladı. Boşanmak isteyeceğinden ve misilleme olarak babasının onu öldüresiye döveceğinden korkarak titriyordu ama bir gün habersizce gelip onu Anatola götürmüştü.
Birdenbire, hayatının o gün daha yeni başladığını hissetti. Croix Düklüğü’nde yaşadığı yirmi yıl, Riftan Calypse'in karısı olarak yaşadığı birkaç yılla kıyaslanamazdı.
‘Bu adamla tanışmasaydım, kim olduğumu asla bilemeyecektim.’
Yüzüne baktı ve yanağını hafifçe öpmek için sert boynunu çekiştirdi. Ağzından aynı anda memnuniyetsizlikle karışık bir iç çekişi kaçtı.
“…Bazen bunu beni sinirlendirmek için kasten yaptığından şüphe duyuyorum.”
“G-garip olan sensin Riftan, basit bir sevgi gösterisi ile tahrik olmuş olamazsın.” Max haylazca cevap verdi.
Ona sert bir bakış attıktan sonra yerden bir dal aldı ve sanki ondan kaçmaya çalışıyormuş gibi ateşe fırlattı. ‘Bir yeniyetme gibi davrandığında çok çekici.’
Hafifçe gülümsedi ve çenesinin ucunu birkaç kez daha öptü. Riftan sanki işkence görüyormuş gibi alçak sesle inledi ve tehditkar gözlerle ona baktı. Max’in dudaklarında dayanılmaz bir gülümseme vardı. Max ona gururlu gözlerle bakarken birdenbire meraklandı ve bir soru sordu.
“Bu arada… o gün bana neden öyle baktın?”
“Nasıl baktım?”
“İlk karın düştüğü gündü. Birdenbire yüzünde karanlık bir ifade oluştu ve kaleye geri dönmemizi önerdin, o anda neden bana o kadar üzgün gözlerle baktın… hep merak etmişimdir.”
Riftan birden sessizleşti. Sorusu onu şaşırtmışa benziyordu. Yavaşça ağzını açmadan önce düşünceli gözlerle alevlere baktı.
“Çünkü karda o kadar güzel görünüyordun ki gerçek gibi değildin.”
Max kızardı ve ona baktı. Cevabını tatlı sözlerle maskelemeye çalıştığını düşündü.
“E-eğer bana cevap vermek istemiyorsan verme.”
“Bu doğru.” dedi şakacı bir şekilde dudaklarını onunkilerle ovuşturarak.
“Gökyüzüne bakarken gümüş rengi gözlerinin parladığını görmek gerçekten çok güzeldi. Her şey bana bir sanrı gibi geldi…”
Hafızasında dolaşıyormuş gibi yüzünün karardığını izlerken Max'in gözleri bulutlandı. Sezgisel olarak, duyguları hakkında her şeyi söylemediğini fark etti. Ama daha fazla soru sormak istemiyordu.
Riftan duygularından bahsedecek türde bir insan değildi. Daha çok, sessizce hissettiği her şeyi kalbinde saklardı. Ayrıca, çok değer verdiği duyguların çoğunun onunla ilgili olduğuna dair belirsiz bir hissi vardı.
“Görünüşe göre güneş doğmak üzere.”
Birden gökyüzüne baktı ve konuştu. Max başını kaldırıp kale duvarlarının üstüne baktı. Dediği gibi, karga tüyü kadar kapkara olan gökyüzü artık doğudan hafif bir şekilde parlamaya başlıyordu.
Soluk turuncu şafağın koyu gri bulutları yarıp nasıl şatonun dış hatlarını aydınlattığını izledi. Rüzgârda uçuşan birkaç kar tanesi güneş ışığında gümüş gibi parıldadı ve kışlalarla kaplı şehir soluk bir mora boyandı. Ağzından bir yorgunluk iç çekişi kaçtı. Zor bir gün daha başlıyordu.
Şafak vakti askerler eşyalarını birer birer toplamaya başlarken, Max şapele girdi ve yaralılara iyileştirme büyüsü yaptı. Neyse ki, hastaların çoğu yolculuğa dayanacak kadar iyileşmişti, bu yüzden üç ya da dört kişiye büyü yaparak hazırlıkları bitirebildi.
Son hastanın yaralarını dikkatlice inceledikten sonra Ruth'un kaldığı kışlaya gitti.
“Tedaviler tamamlandı. Hepsi ata binebilecek kadar iyileşti.”
“Bu harika. Ben kutsal nesneyle ya da adı her ne ise onunla ilgilenir ilgilenmez buradan gidebiliriz.”
Parşömene bir şeyler karalarken kısaca cevap verdi.
Max yaklaşıp kafasını uzattı. Sarı parşömenin üzerinde herkesin anlayamayacağı karmaşık çizimlerle birlikte elfçe sözcükler yazılıydı. Max birkaç tanesini tanıdı ve gözlerini kocaman açtı. Bu bir canavarın anatomik diyagramıydı.
“N-ne çiziyorsun?”
“Orduya sızan canavarın vücudunu araştırıyoruz.” Ruth huysuz bir şekilde cevap verdi ve başka bir şey yazdı. “Ne kadar korkunç bir şekilde parçalanmış olursa olsun, vücudunu büyüyle eski haline getirebilmek için çok çalışmak zorunda kaldım.”
“Paladinler... araştırmanıza izin verdiler mi?”
“Onlardan herhangi bir izin almak zorunda değilim. Ben Müttefik Kuvvetlerdeki bir büyücüyüm. Hangi canavarlara karşı savaştığımızı incelemek benim görevim.”
Max çizimlerinin her birine meraklı gözlerle baktı. O kadar karmaşıklardı ki ne oldukları hakkında hiçbir fikri yoktu.
“Bir şey keşfettin mi?”
“Büyü kapasitesinin normal bir kertenkele adamınkinden daha fazla olması dışında çok az şey keşfettim.” Parşömeni kıvırıp göğsüne koyarken homurdandı. “Şövalye bu canavarı üçe bölmek yerine yakalasaydı daha iyi olurdu. Bilgi almak için büyük bir fırsatı kaçırdım.”
Kuahel bunu yapmasaydı, sonunda üçe parçalanmış olanın kendisi olacağı neredeyse Max'in ağzından kaçıyordu. Aptalca bir aksiliğe neden olacak başka bir sebep yaratmak için birlikler arasında zaten çok fazla düşmanlık vardı. Bir kez omuz silkti ve konuyu değiştirdi.
“Bunun yerine… Hadi, yemek yemeye gidelim. Acele etmezsen, şövalyelerin artıklarını yiyebileceksin.”
“Bu insanlar artıkları bile bırakmıyorlar.” Ruth kaşlarını çattı ve kışladan ayrıldı.
Max, kampın etrafında dolaşarak onu takip etti. Kışlaların çoğu sökülmüştü ve yüzlerce atın sırtında eyerler vardı. Bütün askerler vagonları alıp yüklüyorlardı, bazıları rahipler tarafından kontrolden geçmek üzere kapıların önünde uzun bir sıra oluşturuyordu.
Max kısa süre sonra onların insan kılığına giren canavarlar olmadıklarından emin olmak için incelendiklerinin farkına vardı. Rahipler, canavar olup olmadıklarını belirlemek için askerlerin bedenlerine teker teker ilahi güç akıttılar.
‘Bu bir zorluk, ama en güvenli yol bu.’
Değerlendirilmeyi bekleyen askerlerin miktarına baktı ve şehir kapısının önüne doğru yürüdü. Kale girişinin içinde şimdiye kadar görülmemiş dört tekerlekli bir vagon bekliyordu. Kutsal emaneti taşıyan bir vagon gibi görünüyordu.
Meraklı bir ifadeyle vagonu incelemek için gizlice sokulan Max, paladinlerin ciddi yüzlerine baktı. Heybetli atmosfere bakılırsa kutsal emaneti görmek istemek uygunsuz gibi görünüyordu. Teslimiyetle içini çekerek Remdragon Şövalyelerine doğru yürüdü.
Bir süre sonra hazırlıklarını tamamlayan Müttefik Kuvvetler doğuya doğru ilerlemeye başladı. İlk olarak Remdragon Şövalyeleri yola çıktı ve, Phil Aaron'un Şövalyeleri ve paladinler kutsal emanetin olduğu vagonu çevreleyip onları takip ettiler. Whedon'un Kraliyet Ordusu ise alayın son sırasında yer aldılar.
Yürüyüş sorunsuz geçti. Askerler, Riftan'ın emriyle düzenli bir şekilde hareket ettiler, böylece güneş batmadan önce Whedon ile Osiria arasındaki sınırı geçebildiler. Böylece sonunda Croix Düklüğü’ne ulaştılar.
Tepeleri büyük bir pelerin gibi dolduran ağaçlarla dolu geniş ormana baktı. Arazinin bu kadar harap olduğunu görünce şaşırdı.
Babasının topraklarını sadece iki kez ziyaret etmiş olmasına rağmen; Riftan onu Anatol'a götürdüğünde ve Drakium Sarayı'ndan Croix'e döndüğünde düklüğün ne kadar zengin olduğunu hatırlıyordu. Araba yolculuğu boyunca sonsuz avlanma alanları, altın gibi ambarlar, atlar ve koyunlarla dolu uçsuz bucaksız otlaklar vardı.
Ama şimdi tek görebildiği, ıssız kalmış topraklar ve düklüğün berbat yönetimi nedeniyle halkın çoğunun terk ettiği küçük bir kasabaydı.
Max, yüzünde şaşkın bir ifadeyle hiçbir çiftlik hayvanının görünmediği tarlaya baktı. Kesintisiz soğuk hava nedeniyle birçok bölgenin zarar görmesi bekleniyordu, ancak Croix Düklüğü’nün bu seviyeye ulaştığını asla hayal bile etmemişti. ‘Düklük, Yedi Krallıklığın en verimli toprağı değil miydi?’
Ancak yolun etrafında toplanan insanların yüzleri sıskaydı ve yırtık pırtık giysiler giyiyorlardı. Aniden, karmaşık duygular içini doldurdu. Sevinmeliydi çünkü babasının zayıflığı artık ne ona ne de Riftan'a eziyet edemeyeceği anlamına geliyordu ama insanların aç kaldığını görmek onu huzursuz hissettirdi.
‘Sadece varoşlar bu halde olmalı…’
Uzun süredir terk edilmiş gibi görünen su değirmenine bakan Max dizginleri kavrayıp karışık zihnini sakinleştirdi. 'Babamın hükmettiği yüzlerce kasabanın bu noktaya geldiğini sanmıyorum.'
Beklendiği gibi, gece önlerinde yapraklarla kaplı bir kale belirdi. Ancak kısa süre sonra ticari alanın da ağır darbe aldığını fark etti.
Çevirmen: Sabahat <3
Ellerinize sağlık 💜
YanıtlaSilAh harika bir bölümdü. Riftanla Maxi nin göl kenarındaki anılarını hatirlamalari güzeldi. Çizgiromanda da tam bu kısımdan bir parça yayınlamışlardı. İyi denk geldi👍👍👍
YanıtlaSilHala halüsinasyon görüyor olmaktan korkan riftan 🥲🥲🥲🥲
YanıtlaSilAllahım bunlar barışmış ta şimdi cilveleşiyorlar mı bu gözler neler okudu çok mutlu oldum 🤗 çeviri için teşekkürler 🥰
YanıtlaSilEllerine sağlık 🥰🥰
YanıtlaSildaha çok atışsalar keşke
YanıtlaSilayy evet ya
SilTesekkurler cok tatli oldular yumoş gibi
YanıtlaSilEllerine sağlık Sabahat ❤️ teşekkürler çeviri için
YanıtlaSilSabahat teşekkürler
YanıtlaSilYa ben kaldığım bölümü kaybettim. Riftan ve Max’in barıştığı bölümdü. Büyücüler kaleden ayrılacaktı. Bölümü bilem varsa yazabilir mi?
YanıtlaSil122 ile 124 arasında olmalı, 122'den sonra olduğuna eminim. sör arenle dans edip riftan'ı kızıştırıyordu ve sonra riftan maxi'yi odaya kapatıp günlerce çıkmıyorlardı sdjfskjdflsdjf rahat 121'den sonra olmalı. biraz yardım etmek için 20 gün geç gelmişim ama olsun :')
Siloff riftan ve maxi'yi böyle görünce öyle uyuşuyorum, öyle mayışıyorum ki, beni eritiyorlar resmen sdjkkldjfjkl hep böyle atışıp gülüşseler keşke, tek kavgaları artık bu şekilde olur inşallah ay yicem maxrif ikilisini ya*-*
YanıtlaSil