Finding Camellia - 1. Bölüm (Türkçe Novel)






İmparatorlukta uzun ve yağışlı bir mevsimdi.

Arka arkaya on gün süren sağanak yağışın ardından vatandaşlar nihayet güneşi beklemekten vazgeçerek kendilerini içeri kapattılar.

Yağmur sarayın, şehrin ve gecekonduların üzerine gelişigüzel yağdı.

Şehrin Louver olarak bilinen kısmında, bir araba dar bir sokakta durmuştu. Yukarıda beliren saçaklar birbirine o kadar yakındı ki gökyüzünü kapatıyor gibiydiler.

Burada gündüzle geceyi ayırt etmek zordu. Bazıları, şehir gözlemcisinin bu bölgeyle ilgilenmesinin tek nedeninin, postacıların hala ara sıra mektupları teslim etmesi olduğunu iddia ediyordu. Sıradan insanlar gecekondu mahallelerinden tamamen kaçınırdı.

Arabanın yapısından ve atlarının kalitesinden, içerideki yolcunun, haftada bir gilly ile geçinenlerin mücadelesini paylaşmadığı açıktı.

Cüppeli bir görevli ayak dayamasını indirip arabanın kapısını açarken, kırmızı kadifeye, deri ve kadife bir kadın ayakkabısı bastı.

"Yolu gösterin."

Sesi alçak ve zarifti.

Aniden gölgelerin arasından bir adam çıktı, sarı dişlerini gösterirken itaatkar bir şekilde eğildi. "B-bu taraftan leydim."

Kadın cübbesini giyerken buz gibi bir bakışla ona baktı.

Sokak çöpler, serseriler ve ölü hayvanlarla doluydu. Yağmura rağmen kokuyordu.

Duyularına yapılan saldırıdan bunalan kadının cübbesinin altına gizlenmiş elleri titremeye başladı. Beklendiği gibi, böyle sefil bir yer, onurlu bir asil için uygun değildi.

"Leydim," dedi yanındaki muhafız. "Yorulduysanız, arabada beklemenizi öneririm. Bu işleri ben hallederim."

"Hayır, bununla kendim ilgileneceğim.”

Anastasia Bale.

Marki Gilliard Bale'in karısıydı. Lord Bale sadece birkaç tekstil ve tütün fabrikasının sahibi olmakla kalmıyor, aynı zamanda gemi yapımı ve demir cevheri endüstrileriyle de uğraşıyordu. Şimdi, savaştan yüz yıl sonra, Bale Evi, Ihar Hanesi kadar zengin ve ünlüydü.

Peki böylesine asil bir ailenin hanımı, neden kendini gecekondularda bulmuştu?

Sarı dişli adam onlara rehberlik etti ve yol gösterdi. Markizin muhafızı ondan daha endişeli görünüyordu. Belindeki kılıcı koruyucu bir duruşla gösterip, onları yakından takip etti.

Rehber, "Şunu bilmeniz gerek ki leydim," dedi. “çocuğu bulmak için epey bir çileden geçtim. Onu neden bulmak istediğinizi merak ediyorum."

Muhafızın kılıcının çeliği, onu kınından çıkarırken soğuk bir şekilde çınladı. "Hayatına değer veriyorsan, dilini tutsan iyi edersin."

Adam, şiddet tehdidinden irkildi ve korkuyla geri çekildi. "Ne demek istiyorsunuz? Daha önce Red Nose Pub'ın yanından geçtik ve burası Bayan Melburn'ün petrol evi. Yol benzer görünüyor ama sizi temin ederim, farklı.”

Anastasia, tetikte olan muhafızına onu suçlar gibi baktı. Bu düzenlemeleri yapmak oldukça zordu; rehber fikrini değiştirirse, şansını kaybedebilirdi.

Muhafızı kılıcını kınına soktu ve saygılı bir sessizlik içinde onları takip etmeye devam etti.

Louver, toplumun pislikleriyle dolup taşan bir yeraltı sığınağı gibiydi.

Görünür bir şekilde korkmuş olan rehber, yolun geri kalanında onları yönlendirirken ziyaretçilerine gergin bakışlar atmaya devam etti. Sonra birdenbire, kırmızı kurdele ile işaretlenmiş bir konutu işaret ettiğinde yüzünde büyük bir rahatlama ifadesi belirdi. Evler ayrı değildi; bütün yapı bir çeşit suru andırıyordu ve o, binanın birçok kapısından sadece birini işaret etti.

"İşte burada. Bu veleti bulmanın benim için ne kadar zor olduğunu bilemezsiniz. Kendine annesi diyen kadın ona çok değer veriyor. Eğer zahmetim için bana on gilly bağışlarsanız...”

Louver'da saçaklarla örtülmeyen tek yer orasıydı. Aradıkları çocuk orada, yağan yağmurun altında oturuyordu.

Leydi Bale'in gözlerindeki bakış değişir gibi olunca muhafızı deri bir keseyi yere fırlattı. Birbirine çarpan madeni paraların sesi boşlukta yankılandı.

Rehber kendini tutamadı. Keseyi aldı, içinde ne kadar olduğunu kontrol etti, gülümsedi ve neredeyse ıslak zemine değene kadar başını eğdi. Sonra aniden arkasını dönüp koşmaya başlamadan önce yavaşça geri geri gitmeye başladı.

Muhtemelen beklediğinden daha fazla para almıştı.

“Düzgünce susturulduğundan emin olun. Anladın mı?"

Muhafız, Markiz'e kararlı bir şekilde başını salladı. "Emredersiniz."

Anastasia ona kaçamak bir bakış attı ve yağmura doğru yürüdü. Ayakkabılarının içine su girince, korkunç his dudaklarının titremesine neden oldu.

Yağmurda çömelmiş olan çocuk bir şeye o kadar odaklanmıştı ki, birinin yaklaştığını fark etmedi. Yanakları kir içindeydi ve bal sarısı saçları beline kadar uzanıyordu.

On iki yaşında olduğunu söylememiş miydi?

Çoğu yaşıtından daha küçüktü ve çok daha genç görünüyordu. Yırtık pırtık paçavralar giyiyordu ve şu anda bir tahta parçasını oymaya odaklanmıştı.

Anastasia, kızın küçük ellerindeki keskin bıçağı görünce kaşlarını çattı.

Ancak yakınlıklarına rağmen, çocuk başka birinin varlığını fark etmemişti. Anastasia durdu ve yağmur yağmaya devam ederken eğimli yolda dikildi.

"Merhaba, çocuğum."

Küçük kız bıçağını düşürdü, irkildi ve yukarı baktı.

Çok tanıdık gelen gözleri Anastasia'yı hazırlıksız yakaladı. Turkuaz ve zümrütün harika bir karışımıydılar.

Yıllardır bastırmaya çalıştığı öfke bir anda yükselmeye başladı. Tüm sabrını toplamaya çalıştı.

Kapıya baktı, sonra kıza döndü. "Yağmur yağıyor. Burada ne yapıyorsun?"

Kızın dudakları, kulaklarını kapatan kumaşı çıkarıp beline bağlarken hafifçe seğirdi. "Annem hala çalışıyor. Sen kimsin?"

Çalışıyor mu?

Anastasya sırıttı. Kalın perdelerin arasından bir kadının inleme sesleri ve bir adamın küfretmesi geliyordu.

Güzel Camellia. Genelevde bir çiçek.

Bir genelevde doğan ışıltılı değerli bir taş.

Gecekondu halkı ona böyle hitap ediyordu.

Birkaç yıl önce, olağanüstü güzelliğe sahip hamile bir kadının sığınmak için Louver'a geldiği söylendi. Gidecek bir yeri yoktu, bu yüzden evsizlerin arasında uyudu ve kapı kapı dolaşıp bir lokma ekmek dilendi. Sanki takip ediliyormuş gibi, sürekli bir korku içinde yaşıyordu. Sonra bir gün sokaklarda doğurdu.

Anastasia, bugün olduğu gibi yağmurlu bir gün olduğunu ve kadının, kokan bir köpek cesedinin yanında zümrüt gözlü bir meleği doğurduğunu duymuştu.

Yeterli beslenemediği için bir süre çocuğunu emzirmekte zorluk çekmişti, bu yüzden insanlar ona acıdı ve ona yiyecek ve giyecek verdi. Kadın, tüm dertlerine rağmen hiçbir şeyi hafife almadı ve kızıyla derinden ilgilendi.

Ama sokakta çocuk yetiştirmek için insanın tüm hayatını ortaya koyması gerekirdi.

Bolluk mevsimi geçmiş ve kış, tüm acımasızlığı ile gelmişti. Çocuk soğuktan feci bir ateşe yakalanınca, kadının, vücudunu köy doktoruna sunmaktan başka çaresi kalmamıştı.

Çocuklu bile olsa, çok az erkek bu kadar güzel bir kadını reddedebilirdi. Öyle olduğu gibi, bir de duldu. Doktor, annesiyle birlikte olma karşılığında kızı kurtarmayı kabul etti.

Bu tam on iki yıl önce olmuştu.

"Sen Lia olmalısın, değil mi? "

Çocuk, Markizin nazik sesine karşılık olarak masumca başını salladı. "Beni tanıyor musunuz?"

"Tanıyorum. Annenin... çok hasta olduğunu duydum. Bu yüzden buradayım. "

Çocuğun gözleri büyüdü. "Annem mi? Annem hasta mı?"

İçeri koşmak için döndü. Gözyaşları içinde kapıyı çalmak uzereyken, Anastasia'nın koruması ince boynunun arkasına vurdu. Çocuk çaresizce öne doğru yalpalarken çığlığını bile toplayamadı. Küçücük vücuduna kalın yağmur damlaları vuruyordu.

Muhafız, Lia'nın küçük, gevşek vücudunu kaldırdı ve kaşlarını çattı. "On iki yaşındaki bir çocuk için fazla hafif."

Anastasia, Lia'ya baktı ve başını salladı. "Hadi gidelim. Bunun bir kargaşa başlatmasını istemiyorum. Burayı temizlemesi için birkaç adam getir.”

Adım atarken durdu ve başını çevirip, soğuk bir bakışla, yağmurda hâlâ bir kadının iniltisinin duyulabildiği binaya baktı. İçini çekerken yüzünde ince bir gülümseme oluştu.

“Yağmurlu bir günde yangın çıksa ne olur sence?”

Uğursuz sözler, zarif bir şekilde söylenmesine rağmen, muhafızın tüylerini diken diken etti.

"Şaka yapıyorum," dedi Markiz. "Sadece onun güvende olmasını istiyorum, hepsi bu. Hadi gidelim."

Gölgeleri karanlığa karıştı. Sessiz cadde boyunca etraflarındaki pencereler açılmaya başladı. Mahalle sakinleri, kötü bir şey olduğunu hissediyorlarmış gibi saklandılar. Hiçbir şey olmamış gibi birbirlerine bakıp yavaş yavaş ve sessizce pencerelerini tekrar kilitlediler.

Yağmur damlaları yoğunlaştı, sel bir kez daha başlayacak gibi görünüyordu.

İmparatorluk boyunca gecenin derinleştiğini hissetti.

***

"Uyan, çocuk."

Hoş aromalar, yumuşak bir yüzey... daha önce hiç hissetmediği hisler. Cennette miydi? Eğer bu bir rüyaysa, uyanmak istemiyordu.

Ama biri onu uyandırmak için dürttü ve gözleri açıldı.

"Ahhhh!"

Korkan Lia, çığlık atarak uyandı. Etrafına bakınırken gözleri dehşetle açılmıştı. Nerede olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu.

Son on yılda gördüğü en güzel yer, Louver'ın kumaş satıcısı Bayan Lauren'in çatı katıydı. Polly adında sevimli bir köpeği ve çeşitli güzel renkli kumaşları vardı. Lia onları rüzgarda sallanırken gördüğünde, prensese yakışır bir sarayda olduğunu hissetmişti. Sırf bu harika manzarayı görmek için orayı ziyaret etmeyi severdi.

Ancak burası Bayan Lauren'in tavan arasına hiç benzemiyordu. Bulunduğu oda, onun en çılgın hayal gücünün bile ötesindeydi. Lia'nın kendisinden on kat daha büyük bir yatak ve yerden tavana uzanan bir pencere vardı. Büyük, şirin şöminenin yanı sıra lüks halının üzerine yığılmış tüm güzel kitaplar karşısında şaşkınlığını gizleyemedi.

"Cennette miyim?"

Lia'yı uyandıran kadın elindeki tepsiyi bıraktı ve onun naif sorgulamasına gülümsedi. "Aç olmalısın. Seni yıkamadan önce bir şeyler yemelisin. Bu koku… hmmm… hayır, kesinlikle olmayacak.”

Önündeki çorbayı görünce Lia'nın ağzı sulandı ama kendini yemeye ikna edemedi. Nerede olduğuyla ilgili bir sürü sorusu olmasına rağmen, hâlâ en başta annesi için endişeleniyordu.

O güzel bayanla konuşurken sokakta uyuya mı kaldım?

"Neden yemiyorsun?" diye sordu kadın, Lia orada otururken gözlerini kırpıştırdı. "Aç değil misin?"

Çocuk kendi dizlerine sarılıp bir top gibi kıvrılırken başını salladı.

"Hanımefendi burası neresi? Annem ne olacak? Daha önce tanıştığım güzel bayan nerede?”

"Neden?"

Kadın ona cevap verecek kelimeleri bulmakta zorlanıyor ve her soruda tereddüt ediyordu.

Kapı aniden açılmadan önce dışarıdan kargaşa sesleri geldi. Orada, bir melek gibi parıldayan bal sarısı saçları olan, zümrüt gözlü bir çocuk duruyordu. Lia'nın yüzünü parlak bir gülümsemeyle karşıladı.

İlk defa bu kadar güzel birini görüyordu. Çocuk ona doğru yürürken kirli ellerini sakladı.

"Merhaba,Camellia."


Yorumlar

  1. Aa ben İngilizce bitirmiştim çok tatlı bir hikaye, kolay gelsin. Başlayacaklar da hiç düşünmeyin başlayınnn.

    YanıtlaSil
  2. Devamını sabırsızlıkla bekliyorum ellerinize sağlık

    YanıtlaSil
  3. Disobey the duke if you dare çevirisi gelsinn

    YanıtlaSil
  4. Emeğine sağlık

    YanıtlaSil
  5. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder