This Marriage Is Bound To Sink Anyway 139. Bölüm (Türkçe Novel)


Yüzeye çıkmaya başlayan anı giderek daha net hale geldi.

'Evlendikten sonra ne olacağı hakkında durmadan konuşup durduğuna göre, ben de kendi görüşlerimi birkaç noktada özetleyeyim. Escalante. Ve bu sefer ana konuya sadık kal.'

'...'

'Bu aptalca oyunları bırak.'

'Söyleyeceğim şeylerin yarısını unuttum. Çünkü ilk kez seni öpmeme izin verdin...'

'...'

'Özellikle de kimse izlemiyorken.'

Dudakları tekrar dudaklarına değdi. Neden bu kadar etkilenmiş olduğunu tam olarak anlayamıyordu.

Evet, bu onun izin verdiği ‘ilk kez’ sayılabilirdi. Ama aslında onlar, başkalarının gözleri önünde daha önce defalarca öpüşmüşlerdi. Gösteriş olsun diye, hatta bazı zamanlarda ‘sık sık’ denebilecek kadar çok.

Üstelik yalnızca dudaklarını değil... dudaklarının kenarından başlayıp burnunun ucuna, tüm yanaklarına, kulaklarına, çenesine, alnına, saç ayrımına, kulak kıvrımına kadar—Ines’in yüzünde, insanların göremediği yerlerde bile onun dudaklarının değmediği tek bir nokta yoktu. 

Bu, öpücükten pek de farklı sayılmazdı. Carsel Escalante, yalnızca yanağına kondurduğu bir buseyi bile, nefesleri birbirine karışan bir öpücükten daha tehlikeli ve baştan çıkarıcı kılabilen bir adamdı. 

‘En asgari şeylerden söz ediyorum.’ 

‘Yani, öpüşmek istemiyorsun ama sevişmek sorun değil... az önce bunu mu söyledin?’ 

‘Evet.’ 

‘Böyle gereksiz girişleri atlayıp, doğrudan sonuca var demek yani?’ 

‘Evet.’ 

‘...Tam bir sapıksın.’ 

Kural koymuş gibi görünse de, sonuçta asla yalnızca “kısa ve öz” bir şekilde bitirmeyi bilmedi. 

‘Bunlar gereksiz. Fazla yakın, fazla samimi, boşuna zaman kaybı. Bunlar âşıkların işi.’ 

‘Daha kaç kez söylemem gerek? Ben senin kocan olacağım, Ines Ballestena.’

‘Yani gerek yok diyorum. Carsel, görgülü Ortega soylularının evliliklerinde aşk diye bir şey yok. Bu, son derece onurlu bir biçimde yapılan—’ 

‘—seksten ibaret mi?’ 

Yüzü alev alev kızardı. Hafızasında beliren Carsel’in o küstah, arsız üslubu da sinirini azdırıyordu ama asıl utanç verici olan, çenesini dik tutarak “Sadece gerekeni yapalım” diye kestirip atan kendi haliydi.

‘Ben senin istemediğin hiçbir şeyi yapmam. Eğer sevgisiz olduğumuz için öpüşme sana rahatsızlık veriyorsa, sana saygı duyarım. Başkalarına gösteriş olsun diye değilse, öpücükleri bundan sonra tamamen bırakabiliriz.’ 

Öyle dedikten sonra, bu kadar ince eleyip sık dokuyan kendisinin... Hepsini unutup bir anda öylece kollarını açıp karşılamış olması! Carsel bunu bilerek yapıyordu belki, ama kendi... 

“Lanet olsun.... çok güzelsin.”

Başını hafifçe yana eğdi ve hâlâ savunmasızca aralık duran dudaklarının arasına yeniden dilini kaydırarak zorlamadan açtı. Ardından, Ines’in alt dudağını nazikçe dişleriyle yakalayıp yumuşakça emdi.

“Beni ölüme sürüklemeye karar vermedikçe bunu yapamazsın.”

“Huh, ah...”

“Başından beri beni çileden çıkaran şeyler yapıp durdun, sonra da sinirlenmemi engellemek için bu güzel numarayı çektin.”

“Carsel.”

'Şu anda düşünemiyorum, biraz uzak dur...' demek istedi ama kelimeler sadece onun ağzında, kısık bir nefes olarak kayboldu.

“Endişelenirkenki halin... o kadar güzelsin ki, Ballestena.”

Adam, dudaklarını onun kulağına doğru kaydırarak neredeyse mırıldanır gibi fısıldadı. “O kadar güzelsin ki dayanamıyorum”, “Seni hemen şimdi istiyorum” gibi açık ve utanmazca sözleri kulağına yumuşak bir şekilde akıp geçti. Böyle bir yerde, böylesine doğrudan konuşmasını inanması güçtü.

Üstelik, neredeyse bir alışkanlık gibi, onu yine kızlık soyadıyla çağırmıştı.

“Birinin beni düşündüğünü bilmenin bu kadar güzel bir his olduğunu ilk defa anladım. Hem de şu önemsiz küçük yara yüzünden.”

Önemsiz bir şeyden bu kadar mutlu olan... kimdi aslında?

Kafası karıştı; ardından utandı, sonra da garip bir mahcubiyet çöktü üstüne. Onun, böylesine küçük bir şey yüzünden bu kadar sevinmesine anlam veremese de, kalbinin bir köşesi tuhaf biçimde sızladı.

Carsel, onun hatırlamadığı bir şeyi hep hatırlamış, unutamadığı için de saklamıştı.

Belki çok aceleyle davrandığı için belli etmemişti, belki de farkında olmadan unutmuştu... Ama şimdi, açıklaması zor bir huzursuzluk içini kapladı. Muhtemelen buna “suçluluk duygusu” denirdi. Bunu aklıyla biliyordu, ama kalbi ilk kez böyle bir duyguyla karşılaşıyormuş gibi dondu kaldı.

Başını eğdiğinde, Carsel’in dudakları şakaklarından saçlarının üzerine hafifçe değdi.

“Bana ‘kocam’ demeni seviyorum, Ines... Her duyduğumda başım dönüyor.”

“...Peki, başka ne dememi istersin?”

“Delirecek gibi sinirlendiğim anlarda bile, senin Jose Marica’ya ‘kocam’ dediğini duyunca tüm öfkem geçiyor.”

“...”

“Bunun aptalca olduğunu biliyorum. Ama umurumda değil, bu çok hoşuma gidiyor.”

“...”

“Kurallarını çiğnememden çok, yaralanan elimi dert edişin yüzünden...”

“...”

“Lanet olsun, Ines, bu kadar mutlu olduğuma inanamıyorum.”

Evet, yalnızca unutmakla kalmamıştı — artık hatırlamayacak kadar onun eline ve yarasına odaklanmıştı.

Ines, Carsel’in kolları arasında yüzünü utançla buruşturdu. Belki de tehlikeli olan yalnızca Carsel Escalante değildi.

“Beni sevmiyorsan da sorun değil” demesi, “Ben seni seviyorum” gibi gelmişti kulağına.

“Beni fazla önemsemen gerekmez” sözleri ise, “Seni her şeyden çok önemsiyorum” anlamına bürünmüştü.

Bu sözlerin anlamını bilmesine rağmen, onlardan sonra kaçıp gitmek istemedi.


---


Carsel, keyfi yerinde olmasına rağmen, hâlâ ona soracağı çok şey olduğunu, onu azarlaması gerektiğini ve hak ettiği cezaların da bulunduğunu biliyordu.

Onlarca kez gösteriş için öpüştüklerini bir kenara bırakıp, “ikinci öpücük” gibi tarihî bir an yaşandığına göre, bir miktar hoşgörü gösterebileceğini düşündü.

Eğer Ines, konuta giderken onu yolda “yiyip bitirme” niyetinde olduğunu bilseydi, belki biraz daha anlayışlı olur, belki daha içten yanıt verirdi.

Ama o, Carsel’in her sorusuna yalnızca bıkmış bir ifadeyle kaşlarını çatarak cevap veriyordu. Adamın sorduğu şeylerin fazlasıyla detaylı ve ısrarcı olması da bunun nedeniydi.

Sarsılan faytonun içinde birbirlerine yapışık duran bedenleri biraz ayrıldı.

“Doğru dürüst cevap bile vermiyorsun. O zaman başa dönelim.”

“...Başa dönelim mi? Burada mı? Nereye? Yoksa...”

“Balo salonunda o kadar telaşla kimi arayıp duruyordun peki?”

“Öyle bir şey yoktu, hhh— yoktu.”

Elbisesinin altından uyluğunun iç kısmını kavrayan elinin kasıldığını hissetti. Üst bedenleri birbirinden uzaklaşmıştı ama bacakları biraz daha açılmış, aşağısı tamamen birbirine bastırılmıştı. Bedeni hâlâ heyecanın etkisindeydi; fakat zihni, sanki bambaşka bir yerdeymiş gibi serinkanlılığını koruyordu.

“İmkansız. Senora Almenara’yı peşine takıp oradan oraya koştururken gözlerini bir an bile sabit tutamadığını gördüm.”

“...O, Senora Conde’yi aradığım içindi.”

“Ben gördüm — onun görüp de yanından geçtin. Sürekli etrafına bakınıyordun.”

Ines, sanki söyleyecek çok şeyi varmış ama bir kelime bile edemiyormuş gibi Carsel’e baktı.

“Kimdi o?”

“İnsan o kalabalıkta tabii ki şaşırır biraz.”

“O zamandan beri Berwick'i mi arıyordun?”

Artık sinirlenmiyordu, ama bu merakının da kaybolduğu anlamına gelmiyordu. Aksine, öfkesi geçince daha da saf bir meraka dönüşmüştü. Carsel, kıskanç bir deliye benzememek için çabalarken, elini onun göğsünün altından beline doladı ve kendine doğru çekti. Yüzleri yeniden birbirine çok yaklaştı.

Elbette Ines’ten “evet” cevabı gelirse, anlayamayacak; anlayamayınca da yine sinirlenecekti.

Tıpkı o zamanlar, Amiralin yanında eli kolu bağlı otururken, bu kadının o adamla olan halini izlemek zorunda kaldığında olduğu gibi...

Muhtemelen yine Ines’in o bitmek bilmeyen sosyal davetlerinden biriyle ilgiliydi. Carsel kendini sakinleştirmeye çalıştı.

“Benim o adamla ne işim olur ki?”

“...Peki, ondan önce gözünü diktiğin adamlar kimdi?”

Ines derin bir nefes verip sessizce iç çekti.

“Beni gizlice mi izlettiriyorsun sen? Yoksa şu faytonun tavanına kayıt cihazı mı yerleştirdin, her şeyi dinleyip çözüm mü yapıyorsun?”

“Sadece aklımda çok net kaldı.”

“Ben seni görememiştim bile.”

“Ben seni hep gördüm.”

Amiralin huysuzluklarını bile duymamazlıktan gelerek, gözlerini bir an bile ayırmadan izlemişti onu. Kocası olmasaydı —ya da bu kadar çekici görünmeseydi— büyük ihtimalle bir sapık diye suçlanır, Ballestena ailesi tarafından çoktan cezalandırılırdı.

“Sadece, o insanların ne konuştuğunu duydum.”

“Ne konuşuyorlardı?”

“Öyle pek önemli bir şey değildi. Şimdi hatırlamıyorum bile.”

Porselen gibi yüz ifadesi sakinliğini koruyordu ama aslında her şeyi hatırladığı çok açıktı.

“Öyle önemsiz bir şeyse, neden öyle dik dik baktın o tarafa? Hatta Senora Almenara’yı bile ortada bıraktın.”

“Öyle dikkatlice baktığım da yoktu.”

“Çirkin oldukları için mi ilgini çekti?”

“...Öyle olsun bari.”

Gerçi o ikili gerçekten tuhaf bir ikiliydi ama o kadar çirkin adam arasında onlara takılıp kalması epey şüpheliydi.

Balo salonunda ondan ayrılır ayrılmaz sanki sabırsızlıkla birini aramaya başlamış, uzun süre bir noktaya kilitlenip kalmıştı...

Ve tam Carsel’in bakışlarıyla karşılaşınca da, hiçbir şey olmamış gibi gözlerini kaçırmıştı.

Üstelik, biraz sonra o pislik Berwick’in uzattığı kolunu hiç çekinmeden tutmuştu. Onu görünce nasıl da gülümsemişti... Karşılıklı gülümsemeler, içten bir selamlaşma — o sahneyi hatırladıkça Carsel’in sinirleri yine geriliyordu. Jose Marica Iglesias’ın gölgesinde bile Berwick'in o sefil yüzü, hatırasında hâlâ bulanık bir parıltıyla duruyordu.

Sonra bir kez daha karşılıklı gülümsemişlerdi. O aşağılık herif Ines’in elinin üzerine dudaklarını değdirmişti. Kadın buna karşılık vereceğine, sanki Mendoza tarzı o zarif tavırlarını sergilemekle yetinmişti.

Uzun bir sohbete dalmışlar, Ines onun bileğini nazikçe tutmuş, yukarı bakarken bir kez daha gülümsemişti...

Carsel’in hafızasında Berwick'in yüzü çoktan silinmişti; sadece bir soru işareti gibi boş bir şekil kalmıştı geriye. Geriye yalnızca Ines’in her bir hareketi, her bir gülüşü kalmıştı.

“...‘Öyle olsun’ cevabı yeterli değil, Ines.”

Yorumlar