Eat Run Love - 50. Bölüm

Asıl karanlık dönem daha yeni başlıyordu.


---


Lehman’ın iflas ettiği günden itibaren Ding Zhitong ve Feng Sheng sık sık internette sohbet etmeye başladı, konu genelde vize ve iş arama üzerineydi.

L Bankası'nın insan kaynakları sonunda Feng Sheng’e kesin bir şey söyledi. Eylül sonuna kadar yasal çalışma statüsünü koruyabilecekti. Sonrasında tüm menkul kıymet işlemleri departmanının Barclays tarafından devralınması gündemdeydi; büyük çaplı işten çıkarmalar kaçınılmazdı. Feng Sheng gibi yabancı çalışanlar ilk sırada olacaktı.

Bu ek iki hafta onun için çok şeyi değiştirmedi. H1B vizesi kesinlikle geçersiz sayılacaktı. Göçmenlik avukatı, OPT’sinin hâlâ geçerli olduğunu, bu durumda mezuniyet sonrası staj statüsüne geri dönebileceğini ve başka bir iş bulabileceğini söyledi. Ancak OPT süresince yalnızca 60 gün işsiz kalma hakkı vardı. Yani hemen iş aramaya başlaması gerekiyordu.

Böylece Feng Sheng bir yıl öncesine döndü; özgeçmiş gönderiyor, tanıdıklara ulaşıyordu. Ne yazık ki piyasa eskisi gibi değildi. Önceden mülakat canavarı sayılan Feng Sheng, bir ayda yalnızca iki mülakat şansı yakalayabildi, onlardan da bir sonuç çıkmadı.

Ding Zhitong bu konuda biraz suçluluk hissediyordu. O zamanlar Hong Kong’a gitmesini açıkça önermişti, Feng Sheng ise çok net bir şekilde, New York’ta kalıp L Bankası’nı seçmesinin sadece kariyerle ilgili olduğunu söylemişti.

Ona dolaylı yoldan özür diledi. Feng Sheng ise “Boş yere kafanı yorma” dedi. Çünkü Hong Kong’da durum farklı değildi.

L Bankası’nın oradaki tahvilleri neredeyse kâğıt parçasına dönüşmüştü. Yatırımcılar donuna kadar zarar etmişti, Hang Seng Endeksi neredeyse yarı yarıya düşmüştü. Birçok finans kurumu işçi çıkarıyordu. O zaman diğer teklifi kabul etseydi bile şimdi büyük ihtimalle yine işsiz olacaktı.

“Peki ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu Ding Zhitong, onun adına endişelenerek. Bu durumda Şanghay’a dönse bile uygun iş bulması zordu. Feng Sheng’in ona bir zamanlar söyledikleri aklına geldi. Fengyang Caddesi’ndeki o eski Batı tarzı evde üç nesil birlikte yaşıyorlardı; beş aile, toplam on iki kişi. Bir de ortaokuldan beri korktuğu o 47 yaşında hâlâ bekar olan amcası...

Sonunda tam tersine Feng Sheng onu teselli etti. “Düşündüm. Bu aralar iş bulmak zor olacak. En iyisi MBA başvurusu yapayım. İki yıl sonra mezun olunca doğrudan Associate pozisyonundan işe başlayabilirim, hiçbir şey kaybetmem.”

“Evet, mantıklı...” dedi Ding Zhitong. Ama içten içe biliyordu ki MBA başvuruları genelde en az iki yıl iş deneyimi isterdi, Feng Sheng’in ise sadece birkaç ayı vardı. Ayrıca bu dönemde her departmanda işten çıkarma yapan finans sektöründe MBA planına yönelen kişi sayısı da çok olacaktı.

Eylül ortasından ekim başına kadar piyasa büyük dalgalanmalar yaşadı. İki kez büyük çöküşler oldu, her biri yaklaşık yedi-sekiz işlem günü sürdü.

S&P ve Dow Jones hızla düşerken, devlet tahvili getirileri sert şekilde indi. Bankalar arası borçlanma faizleri fırladı. Kredi risk listeleri günde birkaç kez güncelleniyordu. Grafikler daha önce kimsenin görmediği tuhaf desenler çiziyordu. Bloomberg’in günlük kapanış yorumları korku romanı gibi okunuyordu. Bilgi çoktu ama kafa karışıklığı daha büyüktü. Ancak hepsi tek bir gerçeği işaret ediyordu: Herkes panikteydi, varlıklarını ne pahasına olursa olsun elden çıkarıyordu.

Hazine Bakanlığı’nın kurtarma planları peş peşe açıklandı, Kongre’de reddedildi, yeniden düzenlenip tekrar sunuldu. Sonunda yine de hükümetin para koyup müdahale etmesi gerekti. En ironik olanıysa şuydu: On yıl önce Asya finans krizinde “piyasalara devlet müdahale etmemeli” diyenler yine aynı kişilerdi.

13 Ekim’de endeks %11 fırladı, piyasa büyük ölçüde toparlandı.

Ama tıpkı 1929’daki Wall Street çöküşünden sonraki Büyük Buhran gibi, ardından gelen ekonomik durgunluk daha derin olacaktı.

Asıl karanlık dönem, aslında daha yeni başlıyordu.

Bu geçen bir ay boyunca yatırım bankalarının işlem katları nasıl bir kaosa sahne olduysa, IBD (yatırım bankacılığı bölümü) da aynı derecede yoğundu. Pek çok çalışanın elinde hâlihazırda yürüyen bir işlem yoktu ama kimse boş kalmaya cesaret edemiyordu. Sanki bir anlık boşluk, bir anda kapıya bırakılacak bir işten çıkarma mektubuna dönüşebilirdi. Ding Zhitong da aynı durumdaydı, sürekli olarak farklı müdür ve yöneticilere görevlendiriliyordu. Canlı bir işlem olmasa bile, o zaman sunum hazırlıyordu; boşa kürek çekmek olsa bile yapıyordu.

Tam da o sıralarda Gan Yang, 1966 model Mustang'ini sattı.

Bir süre boyunca Ding Zhitong sık sık galeriyi aradı. Galerici her seferinde arabanın hâlâ satılmadığını söylüyordu. O da arabayı bizzat kendi satın almayı düşündü, hem de bir kez değil. Sonra da kendi kendine Gan Yang’ın o “redneck” estetiğiyle dalga geçti. Sonuçta bu sadece birkaç on bin dolarlık bir Mustang’di. Bir an aklına eserse, kartla ödeyip alabilirdi bile. Eğer bu bir süper araba olsaydı, asla böyle bir hevesi olmazdı.

Ama bir gün ansızın galerici onu aradı, arabanın satıldığını söyledi ve "Ücreti havaleyle mi yollayalım, yoksa çek mi gönderelim?" diye sordu.

“Satıldı mı?” Ding Zhitong, kulaklarına inanamıyordu.

“Satıldı.” diye teyit etti galerici. Sonra da arabanın ne kadar güzel modifiye edildiğinden, başka bir dönemde olsaydı çok daha önce alıcı bulacağından dem vurdu.

Ding Zhitong uzun bir süre boyunca gerçek olduğuna inanamadı. Böyle bir zamanda, hâlâ böyle kullanışsız bir arabayı satın alan birinin olması akıl alır gibi değildi.

Telefonu kapattıktan sonra uzun süre elinde telefonuyla tuvaletin bir kabininde oturdu. Ekran bir yanıp bir sönüyor, kararıyor, tekrar aydınlanıyordu.

Onlar yeni ayrıldığında böyle olmamıştı. Daha sonra onun yerine evi devralıp eşyalarını toplarken de böyle hissetmemişti. Ama şimdi, işte şimdi, gerçekten sonun da sonuydu. Kendisini tutamayarak onun Çin’deki numarasını aramak istedi. Sadece onun sesini duymak istiyordu. Aramak ile aramamak arasında sadece ufacık bir sınır kalmıştı.

Sonunda sadece çok kısa bir mesaj yazdı Gan Yang’a. "Araba satıldı, parasını nasıl vereyim?"

Uzun bir süre sonra gelen cevap da aynı derecede kısa oldu. "Senin olsun, kendine iyi bak."

Ding Zhitong bunun ne anlama geldiğini bilemedi. Belki Gan Yang’ın insanlara %30 bahşiş bırakma alışkanlığıyla aynıydı bu—zarif ve cömert bir tavır, iyi bir ayrılışın ifadesi.

Ama bu kadar nazik bir mesaj bile onu öfkelendirdi. Kendisini bu kadar küçük düşürmüş olması yüzünden sinirlendi. Telefonu yere çalmak istedi ama sonra yeni bir tane almak zorunda kalacağını düşünüp kendini tuttu. Sonunda sadece tuvalette yüksek sesle, başkalarının duyacağından çekinmeden ağladı. Zaten o dönemde herkes kırılma noktasına yakındı, kabinlerin ötesinden gelen sesleri duysalar bile, kimin ağladığını tahmin etmeleri zor olurdu.

Sakinleştikten sonra Wang Yi’yi aradı, ondan parayı Gan Yang’a ulaştırmasını istedi.

Wang Yi kabul etti, ama konuşmalarından anlaşıldığına göre onun da Gan Yang’la uzun süredir teması olmamıştı.

Biraz daha telefonda sohbet ettiler, konuşan daha çok Wang Yi’ydi; Ding Zhitong’un aklı başka yerlerdeydi.

Danışmanı vefat ettikten sonraki birkaç ayda Wang Yi yedi sekiz kez psikoloğa gitmişti, saçlarına beyazlar düşmüştü. Saçları kısa olduğu için de beyaz teller çok belirgindi. Okul, sorun çıkmasın diye nihayet ona araştırma alanı benzer bir profesör ayarlamıştı. Ayrıca eski projesini toparlayıp, mümkünse devam etmesini istemişlerdi. Eğer işler yolunda giderse, seneye makaleyi ortak yazar olarak yayınlayabilir ve en fazla bir dönemlik bir gecikmeyle mezun olabilirdi.

“...Sonrasında da iş arayacağım ya da bir süre doktora sonrası çalışırım. Umarım o zamana kadar dışarısı biraz toparlanmış olur.” dedi Wang Yi, geleceğe dair planlar yapmaktan kendini alamayarak.

Ding Zhitong, “Bu kadarını düşünme.” demek istedi ama onun da aslında aynı şekilde endişelenen biri olduğunu biliyordu.

“Gan Yang bir ara benimle ayakkabı işi yapmaktan falan bahsediyordu, neyse ki ciddiye almadım...” Wang Yi bunu söyleyip hemen ardından suskunlaştı, söylediği şeyin pek de uygun olmadığını fark etmişti.

Ding Zhitong’un içi burkuldu ama sesi hâlâ gülümsüyordu. Wang Yi’ye gerçekten önemi yok demek istiyordu. En fazla, biraz alaycı bulmuştu. Gan Yang’ın böyle tuhaf fikirleri çoktu. Wang Yi ciddiye almamıştı ama kendisi almıştı. En başından ciddiye almaması gerektiğini biliyordu belki, ama sonunda yine de ciddiye almıştı. Bu da onun hatasıydı.

Telefonu kapattıktan sonra yüzünü yıkadı, makyajını tazeledi ve hiçbir şey olmamış gibi işine döndü.

Dışarıda gökyüzü kapalıydı, sonbaharın hüznü belirgindi ama ofisin içi sıkıcı bir havasızlıkla doluydu. Soğuk hisseden sanki sadece Ding Zhitong’du. Başta bunu Gan Yang yüzünden sinirden üşüdüğüne yordu, ama sonra bunun öyle sıradan bir üşüme olmadığını, gittikçe şiddetlenen fiziksel bir tepki olduğunu fark etti. Ve o zaman kabul etti: Muhtemelen gerçekten hastaydı. Ama ne zaman üşüttüğünü de hatırlamıyordu.

Gece çöktü, şehir ışıkları parladı, etrafındaki mesai arkadaşları gelip gitti ama o yerinden kalkmadı. Bilgisayar ekranına bakarak, vücudu titreyerek, kemiklerinden gelen acıya direnerek bir satış sunumu dosyasının taslağını hazırladı

İşi tamamladığında müdürü gitmişti bile. E-postayla dosyayı gönderdi, erkenden eve gitmeye karar verdi. Saate bir göz attı, gerçekten erkendi. Ertesi gün henüz başlamıştı.

Dışarısı daha da soğuktu. Ceketini sımsıkı sarınarak ofis kapısında bir taksiye bindi, yol boyunca titreyerek evine döndü. Uyandığında her şey geçmiş olacağını umuyordu.

Son bir aydır, şirketin önündeki Broadway caddesinde göğsüne karton asmış insanlar beliriyordu. Kartonlarda mezun oldukları okullar, geçtikleri sertifikalar, çalıştıkları pozisyonlar yazıyordu—hepsi de etkileyici unvanlarla doluydu. Ama onların bu şekilde durmaları iş aramaktan çok bir tür performans sanatı gibiydi; asıl işlevi, hâlâ işini koruyanlara “her an işsiz kalabilirsin” duygusunu aşılamaktı.

Böyle zamanlar, hata yapmaya en az izin olan zamanlardı. Hastalık bahanesiyle bile izin alınamazdı.

Queens’teki küçük odasına döndüğünde bir ibuprofen hapı yuttu, montunu çıkarıp battaniyenin altına girdi. Hemen derin bir uykuya daldı ama arka arkaya düzensiz rüyalar gördü.

Alarm çaldığında aniden uyandı. Nefesi genzini yakıyordu, boğazı fena halde ağrıyordu. Termometreye bile gerek duymadan ateşi olduğunu anlayabiliyordu. Gün çoktan ağarmıştı, perdeler çekilmemişti. Solgun, bulutlu bir sabah ışığı küçük odayı dolduruyordu; bu da ona neredeyse boğuluyormuş hissi veriyordu.

İşe gitmeyi düşündü, belki de gidebilirdi. Ama birden kendini bu kadar zorlamaktan vazgeçti. Tek kişilik yatağın üstünde kıvrılıp sessizce biraz ağladı. Ardından çok geçmeden fark etti ki, ağlamak sadece nefes almasını daha da zorlaştırıyordu. Bu yüzden kendini sakinleşmeye zorladı, derin bir nefes almaya çalıştı. O anda aklına yeniden JV geldi—ya o da onun gibi bir gün kiralık evinde baygın halde bulunursa?

Saat ondan sonra yöneticisini arayıp izin istedi, sesi burun tıkalıydı.

Karşı taraf, muhtemelen onun ofiste virüs yaymasından endişelendiği için, “İyi dinlen, taslağı gördüm ve sana geri yolladım, birkaç yerini değiştir, yarın sabah bana teslim etmen yeterli.” dedi.

“İyi dinlen” ve “yarın sabah teslim et”—tamamen zıt bu iki talimat arasında kalan Ding Zhitong vedalaşıp telefonu kapattı.

Yatağa dönüp iki saat daha uyudu ama gelen aramayla uyanmak zorunda kaldı. Arayan Feng Sheng'di.

Kafası biraz dağınıktı, sanki Feng Sheng’in "Philadelphia’daki mülakattan yeni döndüm, öğle yemeğini birlikte yiyelim" dediğini duymuştu. Onu reddettiğini hatırlıyordu, telefonu kapatıp yeniden uyudu. Rüyasında yine Upper West Side’daki eski dairesindeydi. Yine geç saate kadar çalışmış, eve gelmiş, koltuğa uzanmış, kalkmak istemiyordu. Gan Yang da her zamanki gibiydi; yanına oturmuş, onun topuklu ayakkabılarını çıkarmış ve yere bırakmıştı.

“Geldin mi?” diye sormuştu ona bakarak.

“Ben seni burada tek başına bırakır mıyım hiç?” demişti Gan Yang gülümseyerek.

Sonra kapının çalındığını ve anahtar sesini duydu. Temiz hava içeri doldu, biri girmişti. O an gerçekten Gan Yang olduğunu sanmış, memnun bir şekilde gülümsemişti. Ancak gözleri netleştiğinde gelenin Feng Sheng olduğunu fark etti.

“Seni hastaneye götüreceğim.” diyerek onu oturtmaya, giydirmeye çalıştı.

Ama Ding Zhitong kıpırdamadan yatakta kaldı. “Gitmek istemiyorum, ilaç aldım zaten, biraz uyursam geçer.” dedi.

Ev sahibesi kapıda göz ucuyla içeri bakıyordu. Feng Sheng kapıyı kapatıp yatağın yanına çömeldi.

“Hangi ilaç?”

“İbuprofen.”

“Ne zaman aldın?”

Biraz düşündü ama hatırlayamadı.

“Öyleyse hastaneye gitmeliyiz.” Feng Sheng tekrar çekiştirdi.

Ding Zhitong yine reddetti. “Gidince de bol su iç deyip geri yolluyorlar zaten.”

Bu tamamen doğruydu.

Buralarda biri grip ya da ateşlendiğinde genellikle eczaneden ilaç alır, evde kalıp sıcak su içerek atlatmaya çalışırdı. Feng Sheng de ne yapacağını bilmiyordu ama onun halini görünce ciddi olduğunu düşündü.

Ding Zhitong onun önünde uyumaktan utanıyordu, bu yüzden kendini toparlayıp ayağa kalktı. Biraz pazarlık etti: Uyumadan önce ilaç almıştı, şimdi bir tane daha alacaktı, eğer ateşi hâlâ düşmezse o zaman yeniden düşünürlerdi. Feng Sheng bu fikre razı geldi. Aşağı inip bir bardak ılık su getirdi, onun ikinci bir ibuprofen içmesini izledi ama gitmeye hiç niyeti yoktu.

Odası küçüktü, yazı masasının önünde sadece bir sandalye vardı. İki kişi ne ayakta durabiliyor ne de oturabiliyordu. Ding Zhitong karnım acıktı bahanesiyle Feng Sheng’i yemek almaya gönderdi. O da dönerken elinde bir paketle geldiğinde, Ding Zhitong yüzünü yıkamış, masanın başına geçmiş ve dizüstü bilgisayarında çalışmaya başlamıştı.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu Feng Sheng, birkaç adımda yanına geldi.

“Teslim etmem gereken bir sunum var...” Ding Zhitong cevapladı. Az önce yöneticisinden gelen e-postayı okumuştu ve gereken değişiklikleri yapıyordu.

Ama Feng Sheng söze bile gerek duymadan bilgisayarı elinden aldı, yerine yemek paketini koydu.

Ding Zhitong homurdanarak dönüp baktı ama o çoktan yatağın kenarına bağdaş kurmuş, bilgisayarı dizine alıp göz gezdiriyordu.

“Ne yapıyorsun sen?” diye bu kez o sordu.

Feng Sheng başını bile kaldırmadan “Biz birlikte ne kadar çok ödev yapmıştık.” diye karşılık verdi.

Ding Zhitong cevap veremedi. Eski çalışma grubundaki arkadaşını yeniden karşısında görünce duygulandı.

Kısa bir sessizlikten sonra Feng Sheng şakayla karışık, “L bankası zaten battı, seninle artık rakip sayılmayız. Beni de üç kuruşsuz, geçmişsiz, işsiz bir stajyer gibi düşün.” dedi.

Belki de hastalığın etkisiyle, Ding Zhitong ona bakarken gözleri doldu.

Böylece o yemek yerken Feng Sheng de onun sunum dosyasını düzenledi.

Ne yazık ki Feng Sheng’in yemek zevki hâlâ berbattı. Getirdiği kutu yemek tatsız görünüyordu. Ding Zhitong ağır grip olduğundan zaten iştahı da yoktu, biraz yedikten sonra bıraktı. Ama sunum dosyası gayet düzgün ilerledi, neredeyse hiçbir şey açıklamasına gerek kalmadan Feng Sheng hemen her şeyi anlıyordu: Hangi verinin nereden geldiğini, hangi modelin kullanıldığını, analiz akışının nasıl olduğunu.

Bir süre sonra ikisi de masa başına geçti. Feng Sheng yemek kaplarını toplayıp yerine oturdu. Ding Zhitong başta yatağın kenarında oturdu ama sonra ilaç etkisini gösterdi, başını yastığa koydu ve uykuya daldı.

Uyandığında hava kararmıştı, oda sessizdi. Bir an Feng Sheng’in çoktan gitmiş olduğunu düşündü. Hala yorgundu, gözlerini kapattı, tekrar uykuya dalmak üzereydi.

Tam o sırada kulağının dibinde bir ses duydu: “Kalk biraz su iç, çok terlemişsin, susuz kalmandan korkuyorum.”

Gözlerini açtı, dönüp konuşanı gördü. Tam anlamıyla ayılana kadar biraz zaman geçti. Sonra oturup elindeki su bardağını aldı. Tenleri birbirine değdi, vücut sıcaklıkları neredeyse aynıydı, artık vücudundaki o yanma hissi de yoktu. Ateşinin düştüğünü anladı.

“Sana da bulaşmasın?” dedi yavaşça, bardağın dibine bakarak.

O da aynı bardağa bakarken başını salladı. “Sorun değil...”

“Bulaşmaz” mı demekti, “bulaşsa da önemi yok” mu, emin olamadı.


Yorumlar