Hidden Marriage in the Office - 17. Bölüm (Türkçe Novel)

Nihayet Rao Jing ile sigorta işlemlerini tamamladıklarında arabayı almaya giderken Rao Jing hâlâ söyleniyordu.

"Dedim ya, hastane girişindekiler hep kazıkçı! Şu berbat çiçekleri üç yüz yuan’a satmaya utanmamışlar. Meyve sepeti desen, meyveler bayat gözüküyordu." Gittikçe sinirleniyor, Tu Xiaoning’e dik dik bakıyordu. "Sen de hiçbir işi doğru yapamayan küçük bir baş belasısın!"

Tu Xiaoning’in kulakları uğulduyordu ve aklı başka yerdeydi.

Arabanın yanına geldiklerinde Rao Jing kapıyı açtı ama Tu Xiaoning’in hâlâ binmediğini gördü.

"Ne yapıyorsun?" diye sordu.

Tang Xiaoning, "Babamın beli kötü, biraz ilaç almak için ilerideki eczaneye gideceğim. Orası park etmek için uygun değil. Rao abla, sen git, ben sonra dönerim."

Rao Jing saate baktı, mesai saati de bitmek üzereydi. Onunla uğraşmak istemedi. "Sen bilirsin." diyerek yalnız başına arabasına bindi.

Tu Xiaoning el sallayarak vedalaştı, Rao Jing’in uzaklaşmasını izledi ve sonra otoparkta beklemeye başladı.

Gerçekten de hava kararmaya başladığında Ji Yuheng’in hastanenin ana binasından çıktığını gördü.

Ji Yuheng, annesinin yemek kabını taşıyarak arabasına gitti ve emniyet kemerini takarken birinin camını tıklattığını duydu.

"Tık tık—" Tu Xiaoning’di.

Ji Yuheng camı indirdi. Tu Xiaoning’in yüzündeki samimiyet hâlâ değişmemişti, bakışları saf ve lekesizdi.

"Okul arkadaşım Ji, seni yemeğe davet ediyorum."

Kısa bir sessizlikten sonra sakin bir sesle, "Tamam, sen seç." dedi.

Tu Xiaoning nereye gidrceklerine karar veremediği için onu üniversitesinin yakınlarına götürdü.

Okul kapısından geçerken "XX Üniversitesi XX Fakültesi" tabelası hızlıca gözlerinin önünden geçti.

"Senin okulun mu?" Gelen geçen öğrencileri izleyen Ji Yuheng sordu.

Tu Xiaoning biraz utanarak, "Evet. Okuldan işe başlayana kadar C şehrinden hiç çıkmadım, bu biraz utanç verici değil mi?" dedi.

"Mevcudiyetin kendisi makuldür, bunda utanacak bir şey yok." diye yanıtladı Ji Yuheng.

A Üniversitesi mezunu olan Ji Yuheng’in sözleri gerçekten farklıydı. Tu Xiaoning bu sözlerin gücünü bir kez daha hissetti.

Tu Xiaoning’in okulu dört kapıya sahipti: doğu, batı, güney ve kuzey. Güney kapısının olduğu bölge bir sokak boyunca uzanıyor, yemek, eğlence ve dinlenmeyi bir araya getiriyordu. C şehri üniversite kampüsü olarak adlandırılan bu bölge geceleri son derece canlıydı.

Kalabalık öğrenci topluluğunda Ji Yuheng nihayet bir park yeri buldu.

"Okulunuz oldukça büyük." dedi arabadan inerken.

Tu Xiaoning omuz silkti. "A Üniversitesi kadar büyük değil."

Etrafta dolaşan öğrenciler arasında arkadaş grupları ve el ele tutuşan çiftler vardı. Hepsinin yüzünde henüz hayatın zorluklarına maruz kalmamış gençlik enerjisi parlıyordu.

Tu Xiaoning onların kaygısız hallerine imreniyordu. Bir zamanlar kendisi de öyleydi.

"Sanırım her okulun bir üniversite kampüsü vardır." Sessizlik biraz garipleşince Tu Xiaoning konuşmayı başlattı: "A Üniversitesi'nin de var mı?"

Belki de öğrencilerin masumiyeti Ji Yuheng’in ruh halini iyileştirmişti, kaşlarındaki ağır ifade yumuşamıştı. "Var." dedi ve adımlarını biraz yavaşlatarak onunla aynı hizaya geldi. "Buraya sık sık gelir misin?"

Tu Xiaoning kabul etti. "İş hayatına başladıktan sonra birçok restorana gittim, farklı yemekler yedim ama okulun önündeki yerler kadar lezzetli değildi. Üstelik buradaki atıştırmalıklar ucuz, tasarruf edilebiliyor." Dudaklarına istemsiz bir gülümseme yerleşti.

Kendisinin biraz "küçük çiftçi zihniyeti" ile düşündüğünü fark edip gizlice ona baktı. Ancak Ji Yuheng her zamanki sakin haliyle yürüyordu. İş kıyafeti içinde bile üniversite kampüsüne uyumsuz görünmüyordu, tam tersine daha dikkat çekici oluyordu.

Yoldan geçen birçok kız öğrenci ona bakarken aynı zamanda Tu Xiaoning’i de süzüyordu. Bu durum Xiaoning’i rahatsız etti, bakışlarını geri çekip, "Burada her şey var, istediğini seç." dedi.

Ji Yuheng alışkanlıkla bir elini cebine koyarak ona baktı. "İlk kez geliyorum, sen öner."

Tu Xiaoning biraz düşündü ve başını hafifçe yana eğerek, "Buharda pişmiş mantı yer misin?" diye sordu.

Ji Yuheng başını salladı. "Olur."

Böylece ikisi mantıcıya girdiler.

"Patron, bir tabak içli mantı ve iki kase kırmızı soslu etli erişte." Tu Xiaoning gayet alışık bir şekilde sipariş verdi.

Patron onu görünce gülümseyerek, "Tamam!" dedi.

Tu Xiaoning, Ji Yuheng’i içeriye yönlendirirken gözlerini ona dikti. "Buradaki kırmızı soslu etli erişte bir harika, mutlaka denemelisin."

Ji Yuheng'in adımları kısa bir an duraksadı ama onun çoktan yer seçip dönerek, "Buraya, buraya!" diye el salladığını görünce peşinden gitti.

Küçük dükkân biraz eskiydi, ışıklar pek parlak değildi, ama ışığın Tu Xiaoning'in üzerine düşerek yansıttığı gülümsemesi, tarif edilemez bir sıcaklık taşıyordu. Bu görüntü, Ji Yuheng'in  bakışlarını da yumuşatmıştı.

Ji Yuheng yerine oturunca Tu Xiaoning hemen peçeteyi alıp masayı silmeye başladı.

"Burada işler her zaman yoğundur, patron masaları yeterince temizleyemiyor." diye açıkladı.

"Problem değil." dedi Ji Yuheng. Onun hâlâ masayı dikkatle silmeye devam ettiğini görünce hatırlatma gereği hissetti. "Tu, ben de üniversite hayatı deneyimlemiş biriyim."

Tu Xiaoning elini salladı. "Ama sen A Üniversitesi'ndensin."

Yol boyunca Tu Xiaoning bunu üç kez söylemişti; sanki bu, aşılması imkânsız bir uçurum gibiydi. O çoktan aralarına bir sınır çekmişti.

Ji Yuheng bu konuda başka bir şey söylemedi.

Kısa sürede mantı ve karışık etli erişteler masaya geldi. Patronun eşi Tu Xiaoning'e samimi bir şekilde seslendi.

"Yine geldin ha?"

Tu Xiaoning başını salladı. "Sizin lezzetli yemeklerinizi özledim."

"Özlemen normal, bir süredir uğramıyordun."

"İşler çok yoğun, hem siz paket servis de yapmıyorsunuz."

Patronun eşi ellerini ovuşturdu. "Lokantaya bile yetişemiyoruz, paket servise hiç zaman kalmıyor."

Tu Xiaoning gülümsedi. "İşleriniz her zaman iyi olsun."

Patronun eşi de tebessüm etti ve "Hadi soğumadan ye." diyerek başka müşterilerle ilgilenmeye gitti. Giderken göz ucuyla Ji Yuheng'e de baktı.

Ji Yuheng'in hâlâ yemeye başlamadığını gören Tu Xiaoning, bir çift tek kullanımlık çubuğu açtı ve onun eriştesini karıştırmaya başladı.

"Eriştenin sırrı sosunda. Et, göğüs eti değil; hiç de yağlı değil. Ayrıca bu yeşil soğanlar var ya, normalde soğan yemem ama buradakileri seçmeye kıyamıyorum bile. Bir lokma alırsan lezzet şahane oluyor." dedi ve ekledi.

"Sirke ekleyeyim mi?"

Ji Yuheng olur anlamında başını salladı. Bunun üzerine Tu Xiaoning biraz sirke ekledi ve dikkatlice karıştırdı. Sonunda tabağı onun önüne itti. "Hadi bir tadına bak."

Ji Yuheng tek kullanımlık çubukları aldı ve onun bakışları altında bir lokma aldı. Eriştenin ipeksi dokusu ağzında kayarak dağıldı. Gerçekten de aç olduğunu fark etti. Başını kaldırınca Tu Xiaoning'in beklenti dolu bakışlarıyla karşılaştı.

"Nasıl?" diye sordu Tu Xiaoning.

"Lezzetli."

Tu Xiaoning'in yüzünde hoş bir tebessüm belirdi. "Bak, dememiş miydim?" dedi ve kendi tabağına yöneldi.

Tu Xiaoning daha sonra ona mantılardan da denemesini önerdi. Ji Yuheng bir tane aldı, gerçekten daha önce yediklerinden farklıydı. Damakta kalıcı bir lezzet bırakıyordu.

Bu, muhtemelen Ji Yuheng'in iş hayatına başladığından beri yediği en farklı yemekti.

Karnı doyduğunda Ji Yuheng hesabı ödemek üzere hamle yaptı, ancak Tu Xiaoning hızlı davranarak önüne geçti.

"Demiştim ya, seni ben davet ettim."

Onun kararlı bakışlarını görünce Ji Yuheng daha fazla ısrar etmedi.

Lokantadan çıkarken Tu Xiaoning patronlarla vedalaştı. Patronun eşi sıcak bir şekilde "Yine gel." dedi.

Tu Xiaoning el sallayarak dükkândan çıktı.

Ji Yuheng uzaklaşırlarken patronun eşinin fısıltılarını işitti.

"Kızın gözü çok iyi, erkek arkadaşları hep yakışıklı. Bu, üniversitedeki o çocuktan bile daha hoş."

Patron ise azarladı. "Sesini alçalt, daha uzaklaşmadılar."

Tu Xiaoning yemekten biraz şişmiş hissetti ve Ji Yuheng'e yürüyüş yapmak isteyip istemediğini sordu.

Ji Yuheng reddetmedi, hatta ona "Bana okulunu gezdirir misin?" diye sordu.

Tu Xiaoning şaşırdı. "Emin misin?"

Ji Yuheng başını salladı. "Evet, eminim."

Bunun üzerine Tu Xiaoning onu okula götürdü. Güvenlik görevlisi tarafından durdurulmadan öğrencilerin arasına karıştılar.

Okul hâlâ aynıydı, sadece öğrenciler değişmişti.

Ay ışığı ağaç gölgelerinin arasında parlarken Tu Xiaoning ile Ji Yuheng yan yana yürüyordu. Mesafe yakın olmasa da yere yansıyan gölgeleri uzun ve kısa şekilde iç içe geçmişti; bu, beklenmedik bir yakınlık ve mahremiyet hissi yaratıyordu.

Tu Xiaoning farkında olmadan biraz uzaklaşmaya çalıştı ve başını kaldırıp Ji Yuheng'in belirgin yüz hatlarına baktı. Onun yüzündeki kararlı ifade hâlâ ilk defa asansörde karşılaştığı zamanki gibiydi — sert ama mükemmel. Ancak bu görüntü, okulun atmosferiyle tamamen zıt duruyordu.

Uzakta bir basketbol sahasında gençler basketbol oynuyor, bazıları da koşu pistinde gece koşusunu yapıyorlardı. Her şey değişmeden aynı kalmış gibiydi, sadece yanındaki kişi farklıydı.

Adımları farkında olmadan uyum sağlamıştı. Sonunda Ji Yuheng konuştu.

"Buradaki çınar ağaçları gerçekten iyi büyümüş."

Şu anda yürüdükleri yolun iki tarafı çınar ağaçlarıyla kaplıydı. Ağaçların oldukça eski olduğu belliydi.

"Burası önceden C Şehri Eğitim Fakültesiydi, sonra xx Üniversitesi’nin üçüncü kampüsü hâline geldi." dedi Tu Xiaoning.

Sonunda yatakhane bölgesine geldiler. Tu Xiaoning bir binayı işaret ederek, "Bu birinci sınıf öğrencilerinin yatakhanesi. Ben öğrenciyken burası karma yatakhaneydi, erkekler ve kızlar birlikte kalıyordu. Halk arasında ‘Sevgililer Yurdu’ denirdi." diye açıkladı.

"Erkeklerle kızlar aynı yerde mi kalıyordu?"

Tu Xiaoning yanlış anladığını fark ederek hemen düzeltti. "Yurdun yarısı kızlara, diğer yarısı erkeklere aitti; arada demir bir kapıyla ayrılıyordu."

Ji Yuheng gülümseyerek, "Bu, genellikle öğrenci sayısının fazla olduğu ve yatakhanenin yetersiz olduğu okullarda görülen bir durum." dedi.

Tu Xiaoning dilini çıkardı ve onu gölete götürdü. "Burası Sevgililer Gölü. Çiftlerin buluşma noktasıdır. Her gölü olan okulun bir Sevgililer Gölü vardır, değil mi?"

Ji Yuheng gölete doğru bir bakış attı. Taş bankların olduğu yerlerde gerçekten birçok çift vardı. Kimisi sarılmış, kimisi ise birbirine fısıldıyordu.

Tu Xiaoning bu manzaraya dayanamayarak öksürdü. Ji Yuheng onun hızlanan adımlarına ayak uydurdu.

İkisi arka arkaya yürürken aniden ayak sesleri duyuldu. Tu Xiaoning birkaç kızın Ji Yuheng’in etrafını sardığını fark etti. Kızlar utangaçça, "Kıdemlim, WeChat'ten takipleşebilir miyiz?" diye sordular.

Tu Xiaoning içinden derin bir nefes aldı. 'Tam baş belası bir durum.'

Ji Yuheng başını çevirip sakin bir tonda, "Üzgünüm, bu uygun olmaz." dedi.

Kızlar pes etmeden devam etti. "Ama kıdemlim..."

Ji Yuheng elini kaldırarak sözlerini kesti. "Ben öğrenci değilim."

Genç kızların kalplerinin kırıldığını gören Tu Xiaoning cep telefonunu çıkarıp şaka yaptı. "Benim WeChat’imi ister misiniz?"

Kızlar onu tamamen görmezden gelerek uzaklaştılar.

Tu Xiaoning telefonunu cebine koydu ve "Tüh, tam bir kalp kırıcıymışsın." dedi.

Ji Yuheng bu sözlere cevap vermedi.

Tu Xiaoning böyle durumlara muhtemelen öğrenci olduğu dönemden alışık olduğunu düşündü. Ji Yuheng bunlarla başa çıkmada oldukça rahattı.

Ay ışığı hâlâ parlak bir şekilde üzerlerine vururken yürümeye devam ettiler. Az önceki atmosferin etkisiyle Tu Xiaoning'in bir anda sordu.

"Ji Yuheng, üniversitede hiç sevgilin oldu mu?"

Etraf bir anda sessizleşince Tu Xiaoning yine fazla konuştuğunu fark etti.

Ancak yıldızlı gökyüzü ve esen tatlı rüzgar eşliğinde Ji Yuheng oldukça rahat bir tavırla cevap verdi.

"Hayır."


Yorumlar