Finding Camellia - 19. Bölüm (Türkçe Novel)


Claude'un tepkisine şaşıran Wade, onunla alay etti ve başından savmaya çalıştı.

"Bu ne anlama geliyor şimdi? Zavallı çocuğa bir şey yapacağımı mı düşünüyorsun?”

"Asla çok emin olamayız." dedi.

Wade bir kahkaha patlattı, zar zor nefes alıyordu. Gözyaşlarını sildi ve bacaklarını sallarken dik oturdu. Bu davranış bir prense hiç yakışmamıştı ama yine de bir şekilde bir kraliyet havası yayıyordu.

"Onun bir sahtekar olduğunu söylememiş miydin? Çocuğu pek önemsemediğin izlenimine kapılmıştım."

Claude, "Hiç de değil, Majesteleri." diye yanıtladı. "Hala onun bir sahtekar olduğunu düşünüyorum, ama..."

Gün batımının turuncu parıltısı etrafı aydınlatırken, arabanın penceresinden dışarı baktı. Kaşlarını çattı ve devam etti.

"O eğlenceli."

Ve muhtemelen iyi bir arkadaş...

"Eğlenceli mi?" Wade şaşkınlıkla cevap verdi. "Bu kadar mı? Eğlenceli mi?" Sesinde bariz bir can sıkıntısı vardı.

Claude gözlerini kıstı ve pürüzsüz çenesini ovuşturup yanıtladı, "Lius'a Ihar Hanesi'nde kahya olarak bir iş teklif ettim ama o reddetti."

"Oh?" Wade abartılı bir şekilde ellerini kaldırdı. "Onun reddi gururunu incitmedi mi Lord Claude? Yani planın pes edene kadar ona sataşmak mı?"

"Hayır, onu şimdi daha çok istiyorum." dedi Claude sakince. "Leydi Bale, Kieran'ın yerine Lius'u yaratmak için çok çalıştı. Ailelerinin gücüne güvenen ve kendi başlarına bir şeyler yapmak için hiç çaba göstermeyen soylu embesillerden farklı olarak, aristokrasimizde ender bulunan bir dahi.”

Claude devam ederken Wade'in yüzündeki gülümseme yavaş yavaş soldu. Claude'un bahsettiği embesiller, Prens Wade'i destekleyen soylu ailelerin toksik ikinci ve üçüncü doğan oğullarından başkası değildi. Şekere bulanmış dudaklarıyla ona övgüler yağdırır ve ceplerini kirli paralarıyla doldururlardı.

"Eh, bu oldukça sert." diye mırıldandı Wade, nefesinin altından. "Sanırım o keskin dilin aileden geçiyor. Grandük'ün kendisiyle konuşuyormuş gibi hissediyorum."

"Babama hayranım, bu yüzden bunu bir iltifat olarak alacağım. Teşekkür ederim, Majesteleri."

Claude sırıttı ve uzun bacaklarını pencere pervazında çaprazladı. Wade pencereyi aralarken Claude'un obsidyen saçları gelen esintiyle dalgalandı.

Marki Selby'nin bölgesi Corsor'a nispeten daha yakındı - yaklaşık üç saatlik bir araba yolculuğu. - Bu, Claude'a düşüncelerini düzene sokması için bolca zaman verdi.

Ian Sergio, Gaior'un Prensi.

Ateşli bir savaş çığırtkanı ve bariz bir zevk adamı olarak biliniyordu. Kieran onu ne kadar daha iyi bir ışık altında resmetmeye çalışsa da, bir vahşi her zaman bir vahşiydi. Claude arabanın penceresinden geçen manzarayı izlerken gözlerini kıstı.

Herhangi bir erkeğin başkalarına karşı dostane duygulara sahip olması normaldir.

Ama neden? Camellius Bale ile neden farklı?

Claude, düşündükçe duygularından daha çok rahatsız oluyordu. Ne kadar minyon ve zayıf olursa olsun, Lius hala bir erkekti. Narin, kadınsı özellikleri ve meleksi sesi sonunda değişecekti.

Bu beni deli ediyor.

Claude küfürlerini yuttu. Uyuyan prense baktı ve sıktığı yumruklarını gevşetti.

Doğru. Bunların hepsi Prens Wade yüzünden. Güzellik arayışında kadın ve erkek arasındaki çizgileri bulanıklaştıran kişi o. Elbette bu, Lius'u arzulanacak biri olarak düşündüğüm anlamına gelmiyor. Bu sadece... merak.

Evet, sadece merak ediyorum, hepsi bu.

İlk izlenimin önemli olduğunu söylemelerinin nedeni bu mu?

Yaralı eli için sürekli kar getiren çocuk kuşkusuz bir kızdı. Kıyafeti, sanki bir erkek çocuğunun kıyafetlerini giymeye zorlanmış gibi uyumsuz görünüyordu. Ama bu geçmişte kaldı. Claude şimdi o küçük kızın izini bulamıyordu.

Kahretsin.

Genç dük bir kez daha küfretmemek için kendini tuttu. Çenesini ovuşturdu, derin düşüncelere daldı. Lius dışında odaklanılacak daha büyük şeyler vardı. Koyun postuna bürünmüş bir kurt olan Ian Sergio Corsor'daydı. Bu gerçek tek başına iki imparatorluk için bir tehditti.

Asfaltsız bir yola giren lastikler çakılların üzerinden geçti ve arabayı sarstı. Otlakların tatlı yeşili, pencereden yansıyan endişeli safir gözlerine vuruyordu.


*****


"Beni takip etmeyi bırakır mısın lütfen?!" diye bağırdı Lia, Kieran'ın dairesine koşarken. Nefes nefese kalmış bir şekilde dizlerini tutarak eğildi.

"Camellia," dedi Ian, ona doğru yürürken alay ederek. "ben bu evin misafiriyim. Benden böyle kaçmaya devam edersen duygularımı gerçekten inciteceksin."

Lia, çenesindeki boncuk boncuk terleri silerek ona baktı. "Ben Camellius'um, Camellia değil! Ve zaten size -olmanız gereken yere- misafir odalarına giden yolu gösterdim!”

"Tamam Camellia. Ama ben malikâneyi değil, seni görmek için buradayım.”

"Prens Ian, bunu bana neden yapıyorsunuz?"

"Bana Ian de." Genellikle çekik olan gözleri, gülümserken hilal şeklini aldı.

Lia'nın zihni, onun oldukça neşeli ifadesini görünce dondu.

"Tamam Ian. Ama yapacak işlerim var, bu yüzden beni takip etmeye devam edemezsin."

"O zaman yardım ederim."

"Hayır!"

Lia, ondan kaçmasına yardım edebilecek birini bulmak için etrafına bakındı, ancak görünürde kimse yoktu. Ne Kieran, ne Anghar, ne de başka hizmetçiler...

Ne yapacağım?

Ağlarken yakalanmanın küçük düşürücülüğünün yanı sıra, onu görmenin şokuyla neredeyse yere düşecekti. Biraz geç kalmış olsaydı, kıçının üzerine düşecekti.

"Camellia." Düşmesini engellemek için onu kollarına aldığı zamanki gibi seslenmişti.

Ondan kurtulmanın yollarını düşünmeye odaklanan Lia, cevap olarak farkında olmadan başını kaldırdı.

Oh, hayır.

"Gördün mü? Sen Camellia'sın." Dudakları bir sırıtışla kıvrıldı.

"G-gerçekten başa çıkılmaz birisin!"

Lia bu kadar kolay kandırıldığı için kendine gülmeden edemedi. Kafasını çevirmeden önce kibarca selam verdi.

"Lia."

Kieran'ın sesiyle donakaldı. Hizmetçileriyle birlikte bahçede yürüyordu.

Şaşkınlıkla ikisine baktı ve bir elini alnına koyarak büyük bir iç çekip hizmetçilerini uzaklaştırdı."

"Ian, senden ek binada beklemeni istediğimi sanıyordum."

"Kieran!"

Lia kurtarıcısını görmüş gibi hissetti ve ona doğru koştu. Ian'a dik dik bakmak için geniş omuzlarının arkasından kafasını çıkardı.

Ian'ın tuhaf gözleri ışıkta parıldıyordu.

"Seni beklerken sıkıldım, bu yüzden yürüyüşe çıktım. Tanıdık bir kokuyu takip ettiğimde tesadüfen onun yanına geldim.”

"Ian." diye içini çekti Kieran. “Köpek misin de yolları kokluyorsun? Bu nasıl bir bahane?”

"Takma adımın ne olduğunu unuttun mu? Onun sayesinde mülkü güzel bir şekilde gezdim. Çok perişan halde değil."

"Teşekkür ederim ama içeri girmemiz gerekiyor. Misafirler birazdan gelecek.”

"Şimdiden mi?"

Şakacı olan yüzünde bir sıkıntı ifadesi belirdi.

"Kieran," diye araya girdi Lia. "Daha önce bana bir şey söylemek istiyordun. Prens Ian hakkında mıydı?”

Kieran başını okşamak için arkasına döndü ve başını salladı. "Daha önce seni ziyaret ettiğini duydum. Seni rahatsız mı etti?"

"Hayır, öyle bir şey değildi. Biraz dondurma yedik, o kadar."

Lia, bir kaşını kaldıran Ian'a baktı.

"Öyle mi?" dedi Kieran. "Buna inanmakta güçlük çekiyorum ama sen öyle diyorsan..."

"Oh, misafirlerimizin geleceğini söylememiş miydin?" Kalbi göğüs kafesinin içinde çırpınıyordu. Bu konukların kim olduğuna dair bir tahmini vardı.

Tırnaklarını ısıran Lia, Claude'un onu geçen sefer yatak odasına nasıl taşıdığını düşündü. Ne yazık ki, onun niyetini hala anlamayamıştı.

Ziller çaldı ve üçü de başlarını ön kapıya çevirdi. Kieran hafifçe gülümsedi.

"Veliaht Prens ve Lord Claude geldi."


*****


"Ben Wade Von Weiz."

"Ian Sergio."

El sıkışırlarken Lia gözlerine inanamadı. İki adam - şakacı çapkın Wade ve aralıksız muziplik makinesi olan Ian - şimdi tamamen farklı davranıyorlardı. Gün batımı parlak kırmızı ve turuncusu dairenin beyaz duvarlarını renklendirirken havayı boğucu bir sessizlik doldurdu.

"Kuzey'den Claude del İhar."

"Ah, Del Casa'nın sahibi." dedi Ian.

"Henüz değil. Babamın sağlığı hâlâ yerinde." diye yanıtladı Claude.

"Hepsi zamanla..."

Ian bu konuşmayla Wade'le el sıkıştığından daha çok eğlenmiş görünüyordu. Ancak Claude, böyle bir kibir karşısında gücenmiş gibiydi. Lia yavaşça onlardan uzaklaşırken nefesini tuttu. Onlara tesadüfen katılmıştı ve Markiz'in onu aralarında gördüğünü düşünmeye cesaret bile edemiyordu. Dahası, kimse Veliaht Prens, Gaior Prensi ve genç dükün gizlice buluştuklarını bilemezdi.

Ben buraya ait değilim.

"İmparatorluğa hoş geldiniz." diye söze başladı Wade, gerilimi kırarak. "Harika bir arkadaşım olan Lord Kieran'a baktığınız için size teşekkür etmeliyim. Neden buna içeride devam etmiyoruz?”

Wade daireye doğru yürürken Kieran ve hizmetçileri onu takip etti.

Claude, kıpırdamadan duran Ian'a, "Önden buyurun." dedi.

"Siz girin." Ian elini sallayarak onu reddetti ve Lia'ya döndü. "Camellius'la konuşmamı bitirmeliyim."

Claude'un sessiz ama buz gibi bakışları Ian'ın yanından geçti ve oracıkta donmuş olan Lia'ya indi. İki adam arasında dururken gülümsemeyi başardı. "Konuşmamızı başka bir zaman bitirebiliriz."

"Başka bir zaman?"

"Evet. Majesteleri Veliaht Prens bekliyor, Prens Ian."

Lia, Claude'un önünde ona gerçek adıyla hitap edebileceğinden endişe ederek, olabildiğince kibar görünmeye çalıştı. Bu duruma bir an önce son vermek istiyordu.

"Hayır, seninle daha çok ilgileniyorum. Hala neden ağladığını söylemedin."

Lia'nın sırtından soğuk terler aktı ve içgüdüsel olarak Claude'a baktı. Okunamayan safir gözleri karardı ve dudakları bir sırıtışla kıvrıldı. Claude bakışlarını Lia'dan Ian'a çevirdi.

"Pekala. Ben gidiyorum o zaman Prens Ian."

Hafifçe selam verdi ve kapıya döndü. Lia daireye giren Claude'un arkasından sersemlemiş bir halde baktı.

Ian onun zayıf çenesini okşadı ve kahkahalara boğulmadan önce genç dükle onun arasında bir ileri bir geri baktı.

"Oh benim... Camellius'um."



Yorumlar

Yorum Gönder